Kendi Düşen Ağlamaz!
Dünyadaki ilk anayasalardan ve Osmanlı devletinin ilk anayasa metni olan vedahi içeriği bugün bile geçerli; insan haklarıyla Müslüman hürriyet ve adaletini en üst düzeylere taşıyan 1876 Kanun-i Esasi’nin hazırlayıcılarından biri de Namık Kemal’dir.
İslam
dinini bilen, batı hukukuna hâkim olan Namık Kemal, bu anayasa metninin bir tez
veya antitez olmaktan ziyade sentez olmasını ister. Kur’an ve sünnetin esas
alarak batı hukukunu da destek olarak gören bir heyetin bu anayasayı
hazırlamasını hep yazar. Şeriattan gelen bir meşruiyet zemininin ancak
meşrutiyet meclisini kuracağını söyler ve öyle de olur.
Namık
kemal bu anayasa metninde ümmeti bizzat millet olarak tanımlar. Halkın
üstünlüğünü mebusun sorumluluğunu özellikle vurgular.
Çok
manidardır ki hükümetlerin bozulmasını da ümmetin bozulmasına yani halkın
değerlerinden uzaklaşarak yozlaşmasına bağlar. Bu elim nihayetin ümmetin yani
milletin kendi kaderinin kendinin istemesidir diyerek ifade eder. “… şeriat-ı Ahmediye ‘Ve şavirhüm
fi’l-emr’ nass-ı sarihi ile usul-i meşvereti emreder, bunun içindir ki Avrupa
devletleri, meclis-i şura-yı ümmetlerinin ârâyıyla hareket ederler. Hakikatte
hükûmet ümmetin hakkıdır, zira hükûmet ümmet ile kaimdir. Hükûmete
akçe veren ve asker ve iktidar veren ümmettir. Demektir ki hükûmet, ümmet
tarafından icra-yı nüfuz u ahkama memur hizmetkârdır. Asıl hakim, heyet-i
ümmettir. Bir millet ki Allah’ın emrine ve peygamberinin şer’ine ve kavaid-i
akıl ve hikmetin cümlesine mugayir olarak hukuk-ı hükûmetini aramaz. Çektiği
belalar kendi kesb-i yedi olduğundan acıyıp teessüf etmekten başka bir şey
denilemez; fakat ileride başına gelecek ukubetler esnasında haline terahhum
eden de bulunmaz ve kendi düşen ağlamaz.” (Namık Kemal).
Bu
anayasa metninde ilk defa kuvvetler ayrılığı dile getirilirken Meclisin iki
aşamadan oluşan başkanlık sistemini somutlayan bir yapı olması önerilir. Bu
metinde ısrarla sorumluların hesaba çekilmesi ve ehil olanların vekil olması
gerektiği söylenir. Başkanın kendi sorumluluk alanından diğerlerinin de
kendirlerinkinden mesul tutulması önerilir.
Adalet
öncelenir, ehliyet ardından gelir, hesap vermeyle bu sorumlular vicdan
terazisinin kefesine konulur. “Çünkü padişah vazife-i adaletin icrasına
şer’an memurdur. Fakat mesela hazineye bir yağmager el uzatsa, makam-ı
saltanatta bulunan zat da iğmaz etse, yağmagere sirkatini sormayıp da padişahı
iğmazından mesul etmek neden münasip olsun? Feleğin çemberinden geçerek
mesned-i ikbale vasıl olmuş bir takım devahi-i siyasetin her türlü desisesinden
terettüp edecek mesuliyetleri naz u niam ile perverde olmuş ve necabet ve
veraset sevkiyle makam-ı saltanata gelmiş bir zatın üzerine yığmak nasıl layık
olabilir? İşte tafsilat-ı meşruhadan anlaşıldı ki hem şer’ ve hikmete hem bizim
hal ve mevkimize mütabık olan suret, padişah kendi vazifesinden, vükela da
kendi harekâtından mesul olmaktır.” (Namık Kemal, 1327c: 183).
Adaleti
temin için var olanlarının adaletsizliği ise cemiyetin en hazin sonu olarak
anlatılır bu anayasa metninin hazırlık dönemlerinde ve ahirinde. Hükumetin ve
adaletin kontrolörü olan halkın kendi sorumluluğunu yerine getirmemesi bu hazin
sonu hazırlar der Namık Kemal. “Ya zimam-ı idareyi icra-yı adalet için ele
alanlar kessin biçsin, istediğini öldürsün, istediğini diri bıraksın da yine mi
la-yüselü amma yefal mertebesinde kalsın? Bizde idare-i hükûmet için ilah mı
lazım, insan mı? (…) Her fert mademki cemiyetin eczasındandır, umum gelecek
hayır ve şerre iştikak-ı tabiisi cihetiyle elbette efal-i hükûmete nezaret
eder. Mesail-i hariciye ise menafi-i vatanın en ruhlu cihetleri olduğundan ona
halkın hem mebusları hem de lisan-ı umum makamında olan gazeteler vasıtasıyla müdaheleye,
itiraza hakkı vardır.” (Namık Kemal).
Devrin
matbuatında ve ehl-i kalem mabeyninde hep aynı şey yazılır veya öne çıkarılır.
Yeni anayasa metni bir batı taklitçiliği metni olmaktan uzak olup Osmanlının
yüzyıllarını, İslam’ın ve medeniyetinin asırlarını oluşturan ve inşa eden İslam
dininin ana kaynakları esas alınarak batı hukuku da bilinerek hazırlanmalıdır. “…yapılan
ıslahat-ı sahihan -ki alelumum fıkha mutabık ve belki ahkam-ı şeriyenin en
küçük bir faslında olan kavaid ve fevaid-i medeniye bunların fıkha mutabık ve
belki ahkam-ı şer’iyenin en küçük bir faslında olan kavaid ve fevaid-i medeniye
bunların cümlesine keyfiyet ve kemiyetçe birkaç kat faiktır- eğer şeriat namına
ilan edilmiş olsa idi ve fıkrasının fıkrasına tatbiki kabil olmayan mahud
Kanun-ı Ceza, Fransa düsturundan istirak edileceğine fıkhın ukubat faslı tedvin
olunsa idi Avrupaca İslâmiyetle medeniyet beyninde tezat bulunduğuna dair
vücudundan şikayet olunan fikirlerin husulüne bile meydan kalmazdı” (Namık
Kemal, 1327a: 3).
Fikir
ve vicdan hürriyetinin esas alındığı bir anayasa metninin ancak ümmeti bir arada
tutacağını belirten Namık Kemal asıl değişimin bir dikta veya cebri kanunlarla
değil iyileşme ve gelişme ile olacağını söyler bu metin hazırlıklarında. “Bir
adamın, velev taşlarla beyni ezilsin, fikrince kanaat ettiği tasdikatı tağyir
etmek kabil midir? Velev hançerle yüreği paralansın, vicdanınca tasdik ettiği
mutekadatı gönlünden çıkarmak mümkün olabilir mi? Demek ki naklî, aklî, hikemî,
siyasî, ilmî, zevkî her nevi efkâr zaten serbest, zaten tabiidir. Değişirse
kimsenin icbarıyla değil, tabiatın ilcasıyla değişir.” (Namık Kemal, 1327a:
40).
Namık
Kemal hukukla ilgili makalelerinde ve anayasa metni çalışmalarının
hazırlıklarında ısrarla bu yeni metnin bir bidat-ı hasene değil Bidat-ı
Bedia ve Osmanlı ümmetinin yani milliyetinin acil ihtiyacı yani bir toplum
sözleşmesi olduğunu vurgular.
Bu anayasa metninin ruhu İslam ve Müslüman toplumlar bedeni de insan olmalıdır der gibidir.