Dolar (USD)
32.42
Euro (EUR)
34.29
Gram Altın
2492.64
BIST 100
9693.46
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE

19 Haziran 2014

'Kem alat ile kemalat olmaz'

CHP ve MHP, Cumhurbaşkanlığı seçimi için yürüttükleri görüşme trafiğinin ardından adaylarını kamuoyuna açıkladılar. Açıklanan adayın neden seçildiğine ilişkin vurgunun "uzlaşıya-uzlaşmaya" yapılması da pek çok açıdan tartışılmayı hak ediyor. Arayışın temel motivasyonu Erdoğan karşıtlığından gelmektedir. Peki, Erdoğan karşıtlığını ön plana çıkaran, motive edici bir unsur haline getiren nedir? Ya da Erdoğan, hangi özellikleri ile karşıtlarını tahkim etmektedir? Bu özellikler Erdoğan'ın şahsı ile alakalı şeyler midir? Yoksa Erdoğan'ın yürüttüğü siyasetten mi kaynaklanmaktadır? Daha da önemlisi karşı olma, hangi politik söylem üzerinden dile gelmektedir? Zira keyfi bir muhaliflik, işlevsel bir siyasete göndermede bulunmaz.

Uzlaşı-uzlaşma söylemi politik bir açılımın, siyasal bir analizin hedefi olarak belirlenebilir. Yani yürüteceğimiz siyasal mücadelenin ardından varmayı umduğumuz bir durumun-halin adı olabilir. Uzlaşının-uzlaşmanın hangi noktada olacağı, hangi ilkeler üzerinde gerçekleşeceği önemli bir sorudur. Uzlaşmayı gerekli kılan koşullar nedir? Onu bir zorunluluk haline getiren sosyolojik yönelim midir yoksa uzlaşı-uzlaşma diskuru üzerinden toplum, tarihsel olarak tahkim edilmiş bir siyasal pozisyonu içselleştirmeye mi çağrılmaktadır?

Türkiye'de Cumhurbaşkanlığı makamı, öneminin yanı sıra taşıdığı sembolik değer herkesin malumudur. Siyasal ekseninin kutuplaşmalar üzerinden farklılaştığı özellikle global düzeyde "soğuk savaş"ın, yerel düzeyde "28 Şubat"ın ardından klasik sağ ve sol ayrışmasının zemini aşınmıştır. Söylem evrenini bu siyaset üzerinden temellendirenler tatminkar bir karşılık bulmakta zorlanmaktalar. 2000'lerin başından itibaren belirginleşen yeni eksenin temel bileşeni, sistemin hak ve özgürlük temelinde dönüştürülmesi ya da Cumhuriyet'in başlarında hayata geçirilen, güvenlik endişeleri tarafından beslenmiş bir politikaların muhafazası arasında yaşanmaktadır. Değişim talebi ile statükonun devamlılığında özetlenebilecek ayrışmada siyasetini, devletin geleneksel politikalarında konumlandıran CHP ve MHP'nin uzlaşma-uzlaşı vaadi, devleti ve toplumu taşıma kabiliyeti gösteremeyen bir konuma denk gelmektedir. Örneğin Kürt sorununa, Alevilere, devletin yapısal dönüşümüne, Hak ve özgürlük alanının genişlemesine, dış politika tercihlerine, toplumun gelecek ile ilgili talep ve beklentilerine ilişkin vaatleri nedir?

Eğri oturup doğru konuşmakta fayda var. Gerçekleri dile getirmeyen bir konuşmanın sorun çözücü olması beklenemez. Türkiye'nin mevcut hali üzerine odaklanacak her arayış, mutlak anlamda toplumun tarihsel muhayyilesini ve hafızasını göz önünde bulundurmak zorundadır. Bugün yaşanan pek çok şeyin anlamını o hafıza ve muhayyile temin etmektedir. Türkiye siyasetinin ana bileşeni olarak çatışma durumu söz konusu ise en azından toplumun büyük çoğunluğu açısından bu kavgayı anlamlı, meşru ve sürdürülmesi gerekli kılan bir yaşam alanının var olduğunu görmek durumundayız. Ve tam da bu yüzden yani verilmesi gereken bir kavgayı en iyi Erdoğan verdiği için toplumdan sürekli destek almaktadır. Erdoğan'ın ve toplumun kavgacı, çatışmacı psikosomatik durumda olduğu kolaycılığına düşülmemelidir. Yaşanan deneyimler, dünyanın yaşadığı dönüşüm ve uygulana gelen politikaların şekillendirdiği konjonktür içerisinde, toplumun hesaplaşma arzusunu taşıma kabiliyetini gösterdiği için Erdoğan'a teveccüh vardır.

Dolayısıyla yaşanan kavganın sosyal-siyasal altyapısını görmezden gelen, söz konusu koşulların tartışılmasını kabul etmeyen bir yaklaşım üzerine inşa edilen uzlaşı-uzlaşma retoriği yüzeysel ve manipülatiftir. Türkiye'nin tarihsel olarak oturmuş, kaynaşmış, gerilim ve çatışmalardan uzak yapısal bir entegrasyon üzerinden yol aldığı varsayımına dayanan uzlaşı-uzlaşma söylemi, tarihsel gerçekliği çarpıtan bir niteliktedir. Yaşanan gerilim ve çatışma, Erdoğan ve onun öncülük ettiği siyasetin karşımıza çıkardığı nev zuhur bir sıkıntı değildir. Erdoğan'ın on yılı aşkın bir süredir destek görmesinin nedeni, toplumun geniş kesimlerince var olan sistemik gerilimi taşıyabilecek aktör olarak algılanmasıdır. Erdoğan, ana yönelimi itibariyle toplumu taşıma kapasitesinden yoksun sistemin "düzen bozucusu" ve daha da önemlisi yeni sistemin "kurucu aktörü" olarak kabul görmektedir.

Bütün bu şartlar içerisinde muhalefet partileri, müesses nizamı kalıcı kılma arayışındadır. Demokratik siyasette hedef olarak uyum ve uzlaşmayı kodlayarak, çoğulculuğu tek kalıba dökme arzularını dile getiriyorlar. Hiçbir siyasetin çatışmanın-bölünmenin üstesinden gelmesi mümkün değildir. Mesele Cumhuriyet'in başında hedeflediğimiz "muhayyel biz"i oluşturmak değil Mouffe'un belirttiği gibi "biz/onlar karşıtlığının üstesinden gelinmesi değil, bu ayrımın farklı bir biçimde çizilmesidir."

Erdoğan'ı şeytanlaştırmaya, gayrı meşru göstermeye dönük her girişim onu güçlendiren bir hal almaktadır. Erdoğan'ın yaslandığı sosyolojik-siyasal düzlemi yakalamayan, şahsını ve varlığını tartışmaya açan muhalefet toplum ile temas etme, onu taşıma imkanını tüketmektedir. Demokrasiyi bir taraftan yüceltirken halkı, halkın tercihlerini görmezden gelme paradoksuna düşmemek lazım. Bir taraftan halkı fetişleştirirken, hümanizmden dem vururken insanı ve tercihlerini küçümsemek, dolambaçlı yollardan inkar etmeye kalkmak yaman bir çelişkidir.Yaşam yeni olanakları ve yeni çözüm yollarını bağrında taşır. Onları görmek için, kalıplaşmış fikirlerin kıskacından kurtulmak, toplumun çoğulcu dinamiğini fark etmek gerekiyor. Tüm siyaseti, belirlenecek adayın "bireysel ermişliğine" bağlayarak yürütmek siyasetsizliğini itiraf anlamına gelir. Ezcümle "kem alat ile kemalat olmaz."

Abdulbaki DEGER

[email protected]