Kelebekler ve Kaplumbağalar
Döne dolaşa, bıkmadan, usanmadan sorduğumuz o soru: Peki ama hayatın anlamı ne? Yukarıdan, Tanrı’nın baktığı yerden elbette bunun sonsuzlukla birleşen, büyük resme ait bir karşılığı var. Ama kul nezdinde, biz insanların gözüyle sürekli değişen cevaplarla yüz yüze geliyoruz. İyi bir insan olmak, iyiliğin bir parçasına dönüşmek, iyiliği yaymak, iyilik için nefes alıp vermek… İyiliğin merkeze alındığı bir cevap, her durumda insan vicdanına en uygun olanı galiba. Fakat mesele burada da bitmiyor. İyi bir insan olmak, kendine ve çevresine faydalı olmak mı, iş orada bitir mu? Yani kendisine ve başkalarına iyi gelmek başlı başına hayata anlamını vermek mi demek? Bu başkalarının sınırı nerede başlar, nerede biter? Birinci halkayı oluşturan çember, ikinciyi, üçüncüyü? Peki geriye kalanlar? Bizimle aynı dünyada, aynı süreci yaşarken yardımlarına koşamadığımız, seslerini duyamadığımız, sesimizi duymayanlar ne olacak? Onlar, orada durduğu, acı çektiği sürece kendine ve yakın çevrene iyi gelmiş olmak hayatının nihai amacına ulaşmadığını göstermez mi? İşte burada, sözün tam da bu noktasında insan oluşun sorumluluğu yüzeye çıkar ve şöyle der: Hayır, dünyada acı çeken son insan da hayata umutla bakana kadar sana rahatlık izni yok. Hiçbir şey yapamasan bile moralin bozuk gezmeli, hayata hüzünle bakmalı ve hücrelerini esir alan keyif vicdan aynasının karşısında mahcup bakmalı.
Doğrusunu söylemek gerekirse hayatı zehirleyen süreçleri göz önüne aldığımızda ömür o kadar da uzun değil. Hastalıklar, dalgınlıklar, boşa geçen zamanlar, zorunluluklar, ödevler, can sıkıntıları, kederler, öfkeler de hayata dahil. Tıpkı makul bir yolculuğu uzatan bataklıklar, çıkmaz sokaklar, dönemeçler, inişler ve çıkışlar gibi bilincin akışında da sayısız kesinti var. Üstelik bunların, bu kesintilerin herbirinin kendine mahsus katılaştırıcı etkisi, tam da o süreçlere özgü hayatı askıya almayı beraberinde getiriyor ve bir ömür aslında sanıldığından çok daha kısa hale geliyor. Bazen ayaklar yetmiş kilometrelik yol kateder ama gidilen mesafe bundan çok daha kısa, örneğin belki de sadece yirmi kilometre olarak kendini gösterir. Kelebek ile kaplumbağa arasında bir yerlerde duruyon insan. Gerçek varoluş hangisi? Kendimizi bilinci açık biçimde hayatın kollarına bırakıp bir daldan ötekine uçarak geçirdiğimiz zamanların toplamı olanlar mı, yoksa balmumu bulaşığı yapraklara yapışıp kalan kanatlarımızı çekip almak için didindiğimiz zamanların toplamı mı? Örneğin diş ağrısıyla hop oturup hop kalktığımız ve Allah’tan ağrılı süreçleri tenimizden çekip alması için aman dilediğimiz zamanlar da dahil mi bu hayata? Ya da dünyanın neresinden olursa olsun, üzerine fosfor bombaları yağdırılan çocukların derileri soyulurken ruhumuzun da solduğu süreçleri buna dahil edecek miyiz? Hayatı düşman kılan ağrılarımız da hayata dahil mi? Eğer öyleyse gerçekten ama gerçekten hayatın dışında geçirdiğimiz vakitler, içinde geçirdiğimiz vakitlerin, köpükler özsuyun çok ötesinde bir yer kaplıyor. Buna bir de uykularımızı, tembelliklerimizi, döne döne yaptığımız aynı yanlışları ekleyince geriye sahiden bir şey kalmıyor.
Anlamak için buradayız. Düşünüş ve hissedişlerimizin başka bir sebebi yok. Algı ve hissediş sensörleri bizi hayata dahil ediyor, bize hayatı görünür kılıyor, hayatla aramızdaki köprüleri güçlendiriyor, bağları sıkılaştırıyor. Anlamadan geçtiğimiz her durak bizim için yok kabilinden. Hissetmeden geçiştirdiğimiz bütün durumlar “olmasa da olur” cinsinden. Elbette başlangıçtan şimdiye kadarki bütün fikirleri anlamak gibi bir zorunluluğumuz da insanın doğasına yerleştirilmiş bütün hissiyatları deruhte etmek gibi bir yükümlülüğümüz de yok. Ama hayat bizden anlamamızı ve hissetmemizi talep ediyor ve o talebe verilen yanıtların toplamı ömür hanesine yazılıyor. Düşünüş ve hissedişlerimiz özgeçmişlerimize işlemese bile gittiğimiz her yere taşınarak karakterimizin cildimize yansımasına vesile oluyor. Ve bu anlamda bir hissediş sadece bir hissediş değil aynı zamanda o hissediş anına taşınmış bir karakterdir de.
Ağrılar, acılar, can sıkıntıları, kederler, uyuşukluklar… Bunlar içerinin dışarıya gidişini engelleyerek hayatı sevimsizleştiriyor. Bedenin ve ruhun birincil ve içeriden dışarıya yönelen zehirleri bunlar. Bir de dışarıdan içeriye yönelen, içerinin havasını bozanlar var. Haksızlıklar, adaletsizlikler, yanlış kurulmuş sistemler, saldırılar, savaşlar ise dışarıdan içeriye yönelen sevimsizlikler. Bunlar da bedene ve ruha yönelen, onun atmosferini bozan zehrin dışarıdan içeriye yönelmiş olanları. Kabuğu ne kadar sert olursa olsun, orman yanınca kaplumbağalar da bundan nasibini alıyor. Sadece kelebek kanadı yanmaz. Bağanın da bir erime sınırı vardır ve yangınlar adres sormadığı için sorumluluk çemberi hiçbir zaman bitmez, her nereye varıldıysa orada yeniden genişler, ilerlemeye devam eder.
Aldıkları her nefesi zehre dönüştüren insanların yönettiği bir dünyada yaşıyoruz. Verdikleri her nefesin ateş olup dünyayı küresel bir yangına dönüştürdüğü korkunç liderler çağındayız. Zehir havaya karıştığı zaman bir yolunu bulup en korunaklı ciltlerden bile içeri girer. İlle de kelebekler bundan payını alacak değil. Konforlu bir hayatı olanlar, zenginler, bir eli yağda bir eli balda olanlar, kısa yoldan köşe dönenler, mevkisi makamı dayıdan gelenler, bulunduğu yeri kendiyle ilişkilendirenler, sert kabuklu kaplumbağalar, bu yangın elbet sizi de bulur, bulacak. Nereye sığınırsanız sığının teninizde veya vicdanınızda bir delik açacak. Bugün veya yarın, ama bir gün mutlaka. Bu dünyadan hiç kimse sağ çıkamayacak. Bu “dar kapıdan” herkes geçecek, bu zehri herkes teneffüs edecek. Çocukların taammüden katledilmesi karşısında yüreği titremeyen haysiyet yoksunu bir çağın en büyük düşmanı nükleer silahlar değil, düşünüş ve hissedişinin sınırları kendinin dışına çıkamayan yeni insan modelidir. Bundan daha da dramatik olan ise bu modelin dünyanın bütün coğrafyalarına ihraç edilmiş olması, her iklime ayak uydurmasıdır.