Kazâ ve kadere imân-3
Geçen haftaki yazımızı şöyle bitirmiştik: (İnsan, irade-i cüziyyesiyle diler, Allahü Teâlâ da yaratır. Çünkü Allahü Teâlâ, insanın irade-i cüziyyesini, onun ihtiyarî fiillerini yaratmak için sebep kılmıştır.
Buna göre insan sadece ‘kâsib’dir yani
fiillerini kesb edip kazanır. Âyet-i kerimede buyuruldu ki: “Herkesin
kazandığı iyilik kendi yararına, işlediği kötülük de kendi zararınadır.” (Bekara
286)
‘Halk’ yani
yaratma ise, Allahü Teâlâya mahsustur. Âyet-i kerimede buyuruldu ki: “İşte
sizin Rabbiniz Allah. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O, her şeyin
yaratıcısıdır.” (En’am 102) Netice itibariyle insanın yaptığı bütün iradî
ve ihtiyarî işler, kendi ‘kesb’i ve Allahü Teâlânın yaratmasıyla meydana
gelir.
Kulun ‘kesb’ ettiği fiiller ile olan alakası, onun
o fiilin mahalli ve sahibi olmasıdır. Çünkü her fiil, mahalline isnad edilir.
Mesela güzellik, onu yaratana değil, onunla vasıflanana isnad edilir.
Buna göre kulun kudreti, yaptığı işler üzerinde
-yaratma açısından- müessir yani etkili değildir. Çünkü Allahü Teâlâ, ortağı olmayan
yegane yaratıcıdır.
O zaman kulun gayr-i iradî yani serbest olmayan fiillerinde
olduğu gibi, bütün iradî yani serbest fiillerinde de -yaratma açısından- tek
etkili güç, Allahü Teâlânın yüce kudretidir. Zira, bir eser üzerinde iki tam
etkili güç birarada bulunmaz. Her zaman çekmeye çalıştığımız “lâ havle ve lâ
kuvvete illâ billâh” (Allah’ın yardımı olmazsa hiçbir kötülükten dönemem ve
hiçbir iyiliği yapamam) zikrinin manası da budur.
Kaza ve kader konusuyla alaka bir mesele de: “İyi
niyet ve kötü niyet” meselesidir. Şöyle ki: Bazan kul, bir fiili yapmaya kalkar,
fakat İlahî kudret tarafından engellenir ve yapmak istediği fiili yapamaz olur.
Bu engellenen fiil; eğer hayır ise, kula sevabı yazılır; mesela hac yolunda
ölen kişiye hac sevabı yazılır. Şayet şer ise, ona günah yazılmaz ve dünyada da
cezasını çekmez. Mesela hırsızlık yapmaya giderken engellenen kişiye, hırsızlık
cezası uygulanmaz.
Kaza ve kader konusuyla alaka bir mesele de: “Hayır
ve şer” meselesidir. Şöyle ki, Dinimizin; iyi, hoş, güzel, hak ve yararlı
gördüğü; düşünce, söz ve davranışlar ‘hayır’; kötü, nahoş, çirkin, bâtıl
ve zararlı gördükleri de ‘şer’dir. Hiç şüphe yok ki; ‘hayrı’ da, ‘şerr’i
de yaratan Allahü Teâlâdır.
Evet herşeyi Allahü Teâlâ yaratıyor. Çünkü O’nun
dışında hiçbir yaratıcı yoktur. Âyet-i kerimede buyuruldu ki: “Eğer Allah sana herhangi bir zarar verecek
olursa, bil ki onu, O’ndan başka giderebilecek yoktur. Eğer sana bir hayır
dilerse, O’nun lütfunu engelleyebilecek de yoktur.” (Yunus 107) Bu âyet-i
kerime, Allahü Teâlâya rağmen kimsenin ne ‘hayır’ ne de ‘şer’
olarak hiçbir şeyi yapamayacağını ifade ettiği gibi, ‘hayr’ında ‘şerr’in
de yaratıcısının Allah olduğunu vurgulamaktadır.
Fakat Rabbimiz ‘hayr’a râzı, ‘şerr’e ise
râzı değildir. Yani O, iyilikleri beğenerek, kötülükleri ise beğenmeyerek
yaratır. Çünkü O’nun ‘dilemesi’ ile ‘rızası’ farklı şeylerdir.
Dolayısıyla buradaki ‘dileme’, arzu etme manasında değil, sadece irade
etme ve izin verme anlamındadır. Eğer O’nun bu iradesi ve izni olmasaydı,
dünyada imtihanın bir manası kalmazdı.
Allahü Teâlânın külli iradesi ile kulun cüz’î iradesi
arasında çok ince bir denge vardır. Şöyle ki: Allahü Teâlâ, insanı hiçbir şeye
zorlamıyor, çünkü doğru da yanlış da bellidir; dileyen imanı, dileyen inkârı
seçer. İnsana düşen, gayret göstermek ve özgür iradesini imandan ve ‘hayır’dan
yana kullanmaktır.
Allahü Teâlâ, kulunun ‘hayır’ veya ‘şer’
olarak irade edip girmek istediği yolu genellikle açar. Dolayısiyle kul,
seçtiği bu yolda; iyi, kötü karşılaşacağı şeyleri de böylece bizzat kendi cüz’î
iradesiyle seçmiş olur.
Böyle olmasaydı, Allah Teâlânın, kullarını yapmak
istemedikleri şeyleri yapmak zorunda bırakması gibi birşey söz konusu olurdu
ki, böyle bir durum; İlahî adalete, imtihanın hikmetine, esprisine ve gerçeğe
aykırıdır.
(Devamı haftaya…)