Kazâ ve kadere imân-2
Geçen haftaki yazımızı şöyle bitirmiştik: (Allahü Teâlâ -haşa- hiç kimseye zorla günah işletmez. İnsanın kendi hür iradesiyle seçtiği kötülüklere de -imtihan gereği- genellikle mâni olmaz. Çünkü eğer Allahü Teâlâ, insanların kötülüklerine mâni olsaydı, insanların işlerine müdahale etmiş olur ve insanlar da birer robot sayılırdı, dolayısıyla da iyi ve kötü belli olmazdı.)
Halbuki O, insanı imtihan için bu dünyaya
göndermiştir. Âyet-i kerimede buyurulduki: “O, hanginizin daha güzel amel
yapacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratandır.” (Mülk 2)
Allahü Teâlâ, insanları günah ve sevap işleyebilecek
vasıf ve kabiliyette yaratmıştır.
Dileseydi, insanı da melek gibi yaratır, o zaman insan da günah işleyemezdi. İnsana,
irade-i cüz’iyye vermiş, günah ve sevap işlemekte serbest bırakmıştır. Kul,
serbest bırakılmasaydı, sual ve hesap da olmazdı.
Bu durum, aynı zamanda Allah’ın adalet ve hikmetine de
aykırı düşerdi. Bir yerde yükümlülük varsa, tabii olarak orada irade de söz
konusu olacaktır. Kul, iradesinde serbest olunca, iyilik yaparsa mükâfatını,
kötülük yaparsa cezasını çekecektir. Bu durum, imtihanın icabı ve gereğidir.
İnsan, sehven veya cebren yaptığı işten ise, sorumlu değildir.
Buna göre Allahü Teâlâ’nın ezelde, kulunun bütün
fiillerini bilmesi ve bunları Levh-i mahfuz’a yazması, kulun irade ve
seçimi üzerinde zorlayıcı değildir. İnsanlar, alınyazılarını bilmezler ve kendi
hür iradeleriyle yaşayıp hareket ederler. Bir başka ifadeyle, Allahü Teâlâ
bildiği için ve yazdığı için belli işleri yapmıyoruz. Allahü Teâlâ ezelde, hür
irademizle ne zaman ne yapacağımızı bildiği için yazmıştır. Allahü Teâlâ ezelî
ilmi ile ne yapacağımızı bilir, fakat zorla bize yaptırmaz, yaptığımızı serbest
irademizle yaparız.
Takvimlere, bir sene sonra güneşin ne zaman doğup, ne
zaman batacağı hesaplanarak yazılır. Güneş de takvimde bildirilen saatlerde
doğup batar. Güneş, takvime öyle yazıldığı için bu saatlerde doğup batmaz.
Vaktin takvime yazılması, güneşin doğmasına ve batmasına tesir etmediği gibi,
Allahü Teâlânın ezelî ilmi de fiillerimiz üzerinde zorlayıcı değildir.
Kaza ve kader konusuyla yakından alakalı bir konu da İstitâat’tir.
Peki İstitâat nedir? Güç, kuvvet, kudret va takat manasına gelen İstitaat,
insan fiilinin meydana gelmesini sağlayan kudretin hakikatidir.
İki çeşit İstitâat vardır. Birincisi; araç ve
gereçlerin, organların ve sebeplerin elverişli ve sâlim olması manasına gelen İstitâat’tir.
Buna “selâmetül-esbâbi ve’l-âlât”denir ki, fiilden önce insanda bulunur.
Dinî mükellefiyete esas olan istitâat çeşidi de budur.
Âyet-i kerimede buyuruldu ki: “Orada apaçık
deliller, İbrâhim’in makamı vardır. Oraya giren emniyette olur. Gitmeye “İstitâati”
olanın (gücü yetenin) o evi (Kâbe-i muazzamayı) haccetmesi (ziyaret
etmesi), Allah’ın insanlar üzerinde bir hakkıdır. Kim inkâr ederse
bilmelidir ki, Allah hiçbir şeye muhtaç değildir.” (Âli İmrân 97)İşte
buâyet-i kerimesindeki İstitâat, âlet ve sebeplerin sâlim ve
arızasız olması manasındaki istitâat’tir.
Diğer İstitaat ise, fiili meydana getiren
gerçek kudret manasına gelir. ihtiyarî bir fiili işleyebilmek için kulda
bulunması gereken bu gerçek kudret, tam o fiile başlamadan önce kulda mevcut
değildir. Ancak kul, o fiili yapmaya karar verip, azim ve kasdını ona
yönelttiği anda, Allahü Teâlâ bu gerçek kudreti yaratıp kula verir ve fiil bu
şekilde meydana gelir.
Kaza ve kader konusuyla yakından alakalı bir konu da Halk
ve Kesb’dir. Halk, yaratma, Kesb ise kazanmak demektir.
Yaratılanların en şereflisi olan insanın, diğer mahlükattan farklı olarak
sınırlı da olsa- ilmi, iradesi ve gücü vardır ve bunun için mükelleftir yani
sorumludur.
Ancak insanda yaratma vasfı yoktur. Âyet-i kerimede
buyuruldu ki: “Oysa Allah sizi de, yaptığınız şeyleri de yaratmıştır.” (Saffat
96) Dolayısıyla insan, irade-i cüziyyesiyle diler, Allahü Teâlâ da yaratır.
Çünkü Allahü Teâlâ, insanın irade-i cüziyyesini, onun ihtiyarî hareketlerini yaratmak
için sebep kılmıştır.
(Devamı haftaya…)