Dolar (USD)
35.18
Euro (EUR)
36.53
Gram Altın
2966.40
BIST 100
9724.5
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE
05 Nisan 2023

​Kayıtsızlık ve yitirdiğimiz insanlık

Sevginin karşıtı nefrettir. Kayıtsızlık bir duygu sönükleşmesidir ve bu ikisinin arasında durur; kıpırdamaz, sesini çıkarmaz. Sevgi var eder, var olanı korur, gözetir onu genişletirken nefret yok etmenin hesabını güder. Sevgi yaklaştırır, nefret uzaklaştırırken kayıtsızlık konumunu korur, yer değiştirmez. Kayıtsızlık bu ikisi arasında konumlanır, eylemin donuk veya dondurulmuş hali olarak seyretmeye, hatta belki büsbütün kımıldamamaya işaret eder.

İnsan için hayat düşünceyle başlar. Bu dünyaya geliş ışığın karanlığı aralayarak görünürleşmesi gibi, bilincin varoluşun içine hareketiyle mümkün olur. Kaderimiz düşüncelerimizin içine nakşedilmiştir. Beden vasıtasıyla ona bağlı organlar, hissedişin bizatihi kendisini seferber ederek düşünceye göre biçimlenir, hareket eder ve kendine yön tayin eder. Gerisinde düşüncenin bulunmadığı eyleyiş hayvanidir ve içgüdüye göre biçimlenir. İnsan olma sınırının düşünce eşiğini geçtikten sonra başlamasının sebebi düşüncenin beden organizasyonuyla ve evrenle kurduğu doğrudan ilişkidir. Öyle ki birincil ödevi kendini korumak olan bedenimiz sadece kendine zararlı ve faydalı olanları düşünce tecrübesi üzerinden tahkim etmekle kalmaz fakat aynı zamanda yakınlaşacağı ve uzak durması gerekenleri de sevmesi ve nefret etmesi gerekenleri de düşüncesiyle tayin eder. Böylece her duygu, düşüncenin önyargıya dönüştürdüğü tecrübeye göre şekillenir. Sevgiyle bağlı olduklarımız düşünce tarafından meşru görülenler, nefretle uzak durduklarımız da yine düşünce tarafından gayrı meşru addedilenlerdir. Kayıtsızlığın buradaki konumlanışı ortada durmaktır. Tıpkı bir taş veya odun parçası gibi kayıtsızlık duygusu şeffaftır. Gerisinde bir karakter, dünya görüşü veya estetik duyarlılığa göre biçimlenmiş bireysel bir duruş bulunmaz. O her durumda nötr bir duygudur. Kayıtsızlık bir bakıma “olmama” halidir. Sevgi, oluşun müspet; nefret, oluşun menfi tarafında yer alırken kayıtsızlık doğrudan doğruya oluşun kendini askıya aldığı bir kip olarak zuhur eder. Kayıtsız insanları sevmeyişimizin veya bize kayıtsız davrananlara yönelik kırgınlığımızın gerisinde hep bu “askıya alma durumu” vardır. Kayıtsız kişi, hayatın gerisine çekilerek kendine bir koza örer, hayatına oradan, neredeyse tepkimeye girmeden devam eder. Ötekiler onu görür ama o ötekilere görmüyormuş gibi bakar. Ötekiler onun orada olduğunu bilir ama o kendisini ve ötekileri orada olmadığına ikna eder. Bir katılaşma, taşlaşma halidir kayıtsızlık. İnsanın elinden öznelliğini alır, onun yerine tamamen donuklaşmış bir kütle bırakır. Siz taşı görürsünüz ama o sizi görmez. Siz onun bir yer kapladığını düşünürsünüz ama o bakışlarını sizin üzerinizde gezdirmez. Kayıtsız kişinin gözleri yokmuş gibi bakar. Bu sebepten ille de bir yere yakınlaştıracaksak kayıtsızları negatif sınırın yakınlarına koymak gerekir. Kıyamet kopsa kılını kıpırdatmaz böyleleri. Yer yerinden oynasa umurlarında değildir onların. Nefrette bile bir metafizik vardır çünkü olumsuz kımıltı da görünürdür ve hayata doğrudan dahildir ama kayıtsızlıkta öz bütünüyle yittiği, varoluş kendini geri çektiği için geriye sadece mat bir görüntü kalır ki matlıkta rengi solduran, ışığı emip soğuran ve onu yok eden bir taraf bulunur.

Kayıtsızlığın sınırlarına nefret giremez ama sevgi de sokulamaz oraya. Geçirgen ve geçişken olmayan bir iç dünyadır kayıtsız kişinin dünyası. Sevmez, acı da çekmez. Ağlamaz, kahkaha da atmaz. Kötülüğün de iyiliğin de sınırlarında gezmez. Öylece, sınırda, varoluş ile yokluğun arasında bir yerde bakakalır hayata. Bu bir tür bönlüktür aslında. Kayıtsız insanları duygusuzlukla itham etmemizin sebebi ruhlarının gözeneklerinin olmayışı veya kapanmış oluşudur. Orada bir sel olur. Kayıtsız, selin önüne kattığı insanları, binaları, camın gerisinden seyreder. Sanki bütün olup bitenler gerçek değil de simülasyon, sanki bütün bu olup bitenler bu dünyaya ait değil de kendisinin mensup olmadığı ve hiçbir zaman olmayacağı başka bir dünyada cereyan etmektedir. Fırtınayı seyreder, yangını, depremi de… O ne gölge eder ne de ihsanda bulunur. Ancak insan fıtratı üzre yaratıldığı için bulunduğu her yerde insanın asabını bozar. Bir tahta, bir odun, bir beton veya taş yardıma koşmuyor diye kimse kendini kötü hissetmez ama bir insan felakete seyirci kaldığında işte o zaman insanların yüzü düşer, asabı bozulur, morali çöker. Hiçbirinin, hiçbir felaketin ve kötülüğün müsebbibi değildir kayıtsız, hatta belki derinlerde, çok derinlerde iğne ucu büyüklüğünde bir keder de yaşar ama kıyamet kopsa yerinden kımıldayıp elini taşın altına koymayı düşünmediği için insanlığın, insan olmanın sınırlarında dolaşmaz.

Kelimenin çıkış noktasının önem vermeme, hesaba katmama, kayıt tutmama, tasnif dışında bırakma benzeri çağrışımlarla çevrelenmesi onun nefret ile sevgi arasında, tam ortada durduğu halde, faraza bir yekinme söz konusu olsa bunun nefretin sınırları olacağı öngörülebilir. Modernleşmenin insana attığı en büyük kazık duyarlı insanlardan oluşan cemiyetler yerine duyarsız insanlardan oluşan “kayıtsız kalabalıklar” yaratmış olmasıdır. Birey kayıtsızlaşınca toplum da kayıtsız kalabalığa rücu eder. Aslında bu, belki de insanın ortadan kaldırılarak yerine makinenin, makine insanın, siborgun yerleştirmesinin stratejik hamlelerinden biridir. Yaşadığımız son deprem ve ardından gelen sel felaketi insanlığın geldiği bu aşamayı gözümüzün içine sokarak öğretti bize. Yazık ki bazılarımız yakınlarını kaybederken diğer bazılarımız da insanlığını yitirdi bu süreçte. Giden insanın yerine yenisi geliyor ya kaybettiğimiz insanlık geri gelmiyor.