Kayıtsızlık ve yitirdiğimiz insanlık
Sevginin karşıtı
nefrettir. Kayıtsızlık bir duygu sönükleşmesidir ve bu ikisinin arasında durur;
kıpırdamaz, sesini çıkarmaz. Sevgi var eder, var olanı korur, gözetir onu
genişletirken nefret yok etmenin hesabını güder. Sevgi yaklaştırır, nefret
uzaklaştırırken kayıtsızlık konumunu korur, yer değiştirmez. Kayıtsızlık bu
ikisi arasında konumlanır, eylemin donuk veya dondurulmuş hali olarak
seyretmeye, hatta belki büsbütün kımıldamamaya işaret eder.
İnsan için hayat
düşünceyle başlar. Bu dünyaya geliş ışığın karanlığı aralayarak görünürleşmesi
gibi, bilincin varoluşun içine hareketiyle mümkün olur. Kaderimiz
düşüncelerimizin içine nakşedilmiştir. Beden vasıtasıyla ona bağlı organlar, hissedişin
bizatihi kendisini seferber ederek düşünceye göre biçimlenir, hareket eder ve
kendine yön tayin eder. Gerisinde düşüncenin bulunmadığı eyleyiş hayvanidir ve
içgüdüye göre biçimlenir. İnsan olma sınırının düşünce eşiğini geçtikten sonra
başlamasının sebebi düşüncenin beden organizasyonuyla ve evrenle kurduğu
doğrudan ilişkidir. Öyle ki birincil ödevi kendini korumak olan bedenimiz sadece
kendine zararlı ve faydalı olanları düşünce tecrübesi üzerinden tahkim etmekle
kalmaz fakat aynı zamanda yakınlaşacağı ve uzak durması gerekenleri de sevmesi
ve nefret etmesi gerekenleri de düşüncesiyle tayin eder. Böylece her duygu,
düşüncenin önyargıya dönüştürdüğü tecrübeye göre şekillenir. Sevgiyle bağlı
olduklarımız düşünce tarafından meşru görülenler, nefretle uzak durduklarımız
da yine düşünce tarafından gayrı meşru addedilenlerdir. Kayıtsızlığın buradaki
konumlanışı ortada durmaktır. Tıpkı bir taş veya odun parçası gibi kayıtsızlık
duygusu şeffaftır. Gerisinde bir karakter, dünya görüşü veya estetik
duyarlılığa göre biçimlenmiş bireysel bir duruş bulunmaz. O her durumda nötr
bir duygudur. Kayıtsızlık bir bakıma “olmama” halidir. Sevgi, oluşun müspet;
nefret, oluşun menfi tarafında yer alırken kayıtsızlık doğrudan doğruya oluşun
kendini askıya aldığı bir kip olarak zuhur eder. Kayıtsız insanları
sevmeyişimizin veya bize kayıtsız davrananlara yönelik kırgınlığımızın
gerisinde hep bu “askıya alma durumu” vardır. Kayıtsız kişi, hayatın gerisine
çekilerek kendine bir koza örer, hayatına oradan, neredeyse tepkimeye girmeden
devam eder. Ötekiler onu görür ama o ötekilere görmüyormuş gibi bakar. Ötekiler
onun orada olduğunu bilir ama o kendisini ve ötekileri orada olmadığına ikna
eder. Bir katılaşma, taşlaşma halidir kayıtsızlık. İnsanın elinden öznelliğini
alır, onun yerine tamamen donuklaşmış bir kütle bırakır. Siz taşı görürsünüz
ama o sizi görmez. Siz onun bir yer kapladığını düşünürsünüz ama o bakışlarını
sizin üzerinizde gezdirmez. Kayıtsız kişinin gözleri yokmuş gibi bakar. Bu
sebepten ille de bir yere yakınlaştıracaksak kayıtsızları negatif sınırın
yakınlarına koymak gerekir. Kıyamet kopsa kılını kıpırdatmaz böyleleri. Yer
yerinden oynasa umurlarında değildir onların. Nefrette bile bir metafizik
vardır çünkü olumsuz kımıltı da görünürdür ve hayata doğrudan dahildir ama
kayıtsızlıkta öz bütünüyle yittiği,
varoluş kendini geri çektiği için geriye sadece mat bir görüntü kalır ki
matlıkta rengi solduran, ışığı emip soğuran ve onu yok eden bir taraf bulunur.
Kayıtsızlığın
sınırlarına nefret giremez ama sevgi de sokulamaz oraya. Geçirgen ve geçişken
olmayan bir iç dünyadır kayıtsız kişinin dünyası. Sevmez, acı da çekmez.
Ağlamaz, kahkaha da atmaz. Kötülüğün de iyiliğin de sınırlarında gezmez.
Öylece, sınırda, varoluş ile yokluğun arasında bir yerde bakakalır hayata. Bu
bir tür bönlüktür aslında. Kayıtsız insanları duygusuzlukla itham etmemizin
sebebi ruhlarının gözeneklerinin olmayışı veya kapanmış oluşudur. Orada bir sel
olur. Kayıtsız, selin önüne kattığı insanları, binaları, camın gerisinden
seyreder. Sanki bütün olup bitenler gerçek değil de simülasyon, sanki bütün bu
olup bitenler bu dünyaya ait değil de kendisinin mensup olmadığı ve hiçbir
zaman olmayacağı başka bir dünyada cereyan etmektedir. Fırtınayı seyreder,
yangını, depremi de… O ne gölge eder ne de ihsanda bulunur. Ancak insan fıtratı
üzre yaratıldığı için bulunduğu her yerde insanın asabını bozar. Bir tahta, bir
odun, bir beton veya taş yardıma koşmuyor diye kimse kendini kötü hissetmez ama
bir insan felakete seyirci kaldığında işte o zaman insanların yüzü düşer, asabı
bozulur, morali çöker. Hiçbirinin, hiçbir felaketin ve kötülüğün müsebbibi
değildir kayıtsız, hatta belki derinlerde, çok derinlerde iğne ucu büyüklüğünde
bir keder de yaşar ama kıyamet kopsa yerinden kımıldayıp elini taşın altına
koymayı düşünmediği için insanlığın, insan olmanın sınırlarında dolaşmaz.
Kelimenin çıkış
noktasının önem vermeme, hesaba katmama, kayıt tutmama, tasnif dışında bırakma
benzeri çağrışımlarla çevrelenmesi onun nefret ile sevgi arasında, tam ortada
durduğu halde, faraza bir yekinme söz konusu olsa bunun nefretin sınırları
olacağı öngörülebilir. Modernleşmenin insana attığı en büyük kazık duyarlı
insanlardan oluşan cemiyetler yerine duyarsız insanlardan oluşan “kayıtsız
kalabalıklar” yaratmış olmasıdır. Birey kayıtsızlaşınca toplum da kayıtsız
kalabalığa rücu eder. Aslında bu, belki de insanın ortadan kaldırılarak yerine
makinenin, makine insanın, siborgun yerleştirmesinin stratejik hamlelerinden
biridir. Yaşadığımız son deprem ve ardından gelen sel felaketi insanlığın
geldiği bu aşamayı gözümüzün içine sokarak öğretti bize. Yazık ki bazılarımız
yakınlarını kaybederken diğer bazılarımız da insanlığını yitirdi bu süreçte.
Giden insanın yerine yenisi geliyor ya kaybettiğimiz insanlık geri gelmiyor.