Dolar (USD)
34.57
Euro (EUR)
36.00
Gram Altın
3017.21
BIST 100
9549.89
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE
14 Aralık 2022

Kavruk simalıların ekmek mücadelesi

(3)

Madem ki çok önemli bir iş kolu olan hamallardan bahsediyoruz, o zaman İstanbul özelinde hikâyenin geçmişini biraz irdeleyelim!.. Sırtında dünyanın yükünü taşıyan bu insanlar bakalım yaşantılarıyla bizlere neler anlatacak?..

8 bin 500 yıllık geçmişe sahip İstanbul; Roma, Bizans ve Osmanlı döneminden beri liman şehri olmasıyla, hem kültürün, hem de ticaretin kalbi oldu. Fatih Sultan Mehmed’in fethinden sonra da bu özelliğini artırarak devam ettirdi. Fetih ve Fatih Sultan Mehmed’le başlayan yeni dönemde “Hanlar Bölgesi” Haliç kıyılarına kadar yayılmaya başladı. İstanbul, Sultan 2. Bâyezîd-i Velî döneminde büyük bir ticari şehir niteliğini kazanırken, Unkapanı-Sirkeci arasında devasa bir alışveriş merkezine dönüştü.

16. yüzyılda Rüstem Paşa Külliyesi bünyesindeki hanlar ve bunların tam karşı kıyısındaki Kurşunlu Han, Haliç’in her iki kıyısındaki ticaret yoğunluğunu arttırdı. 17. yüzyılda özellikle Eminönü-Beyazıt arasında inşa edilen hanlar, hem üretime yönelik, hem de bekârlara barınaktı. Kapalıçarşı ve çevresindeki hanların bugünkü görüntüsü 17. yüzyılın sonlarına doğru oluşmaya başladı. Doğurganlığından asla vazgeçmeyen İstanbul, yarımadada durulurken, Galata’da hanlar tarihini yazmaya devam etti. Burada terle yoğrulan emek, Almanya, Rusya, Fransa gibi birçok ülkeye ulaştı. Ticaretin zirve yaptığı bu dönemde İstanbul’un hanları altın yıllarını yaşadı. Osmanlı dünyaya açıldıkça ticaretin hacmiyle birlikte İstanbul’daki hamal sayısı da arttı.

İSKELELER ARI KOVANI GİBİ...

Bu süreçte sahil boyunca malların tartıldığı, ahşap çatılı kapanlar kuruldu. Suriçi, Haliç kıyıları ve Galata iskelelerine yanaşan gemilerin yükü Odun Kapısı, Unkapanı ve Yenikapı’daki hanlara, mahzenlere depolanırdı.

İstanbul’a deniz yahut kara yoluyla ulaşan mallar niteliklerine göre ayrılıp önce “Çardak” denilen gümrükten geçip, sonra da Yağ Kapanı, Bal Kapanı, İpek Kapanı, Un Kapanı gibi merkezlere boşaltılıp, gerekli işlemlerin ardından toptan olarak satışa çıkartılırdı. İstanbul’a iaşe kapsamında gelen mallar ağırlıklı olarak kapanlar üzerinden çarşılara ve dükkânlara dağıtılırdı.

Erzak nakleden, limanlara yanaşamayan büyük gemilerdeki yükü alarak iskeleye getiren güvertesiz teknelere de “mavna” denmekteydi. Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul’u fethiyle başlayan “mavnacılık” adıyla bilinen deniz hamallığı mesleğiyle alakalı olan “mavna” gemileri, büyük donanma gemileri arasında da bulunmaktaydı. İstanbul’daki mavna hamalları Yağkapanı, Unkapanı, Hatapkapu, Sebzehane, Eminönü, Kuruçeşme, Hasköy ve Üsküdar olmak üzere 8 adet iskelede yoğunlukla çalışırlardı.

Dünyanın değişik yerlerinden gemilerle gelen yükler, İstanbul’un hem dağınık, hem dar, hem de dik yokuşlu sokaklarından tüccarlara hamallar sayesinde ulaştırılıyordu. Tüm şehir gemiden limana, gümrükten depoya, pazardan kilere, bedestenden saraya hamalların sırtında taşınıyordu.

“TAŞI TOPRAĞI ALTIN” İSTANBUL’A AKIN...

Her pazarın ve limanın bir yiğitbaşısı olduğu gibi hamalların başında bir “hamalbaşı” vardı. Hamalbaşı, en az 4 ve bazen 10’u bulan hamallar gurubundan sorumluydu.

İstanbul, denizlerle çevrili bir başkent olması dolayısıyla çok sayıda liman ve iskele mevcuttur. Aynı şekilde çok sayıda iskelenin bulunmasının doğal bir sonucu olarak, bu mahallerde iş gören meslek gruplarını da bünyesinde barındırmaktadır. Osmanlı Devleti’nde yaygın bir meslek örgütü olarak karşımıza çıkan hamallar, başta limanlar olmak üzere şehrin her bölgesinde faaliyet göstermekteydi.

Hamallık yapmak amacıyla özellikle Doğu Anadolu, Doğu Karadeniz, İç Anadolu ve kısmen Güneydoğu Anadolu’dan “taşı toprağı altın” İstanbul’a akın eden kavruk simalı insanlar başta iskelelerde olmak üzere, han, köşe ve gümrük gibi Asitane’nin birçok noktasında kendi hemşerileri ile beraber iş bekleyip, ter dökerdi. Dünyanın yükünü sırtlarında taşıyan bu insanlar topluluğu, zor şartlarda kazandıkları parayı ailelerine gönderip, kendileri ekmek, soğan, peynir ve meyveden oluşan günlük yiyeceklerle idare ederek “hamal kahvehanelerinde” ömürlerini törpülerdi. Bir yarısı İstanbul’da diğer yarısı köyünde olan insanlar ekmek parası için her cefâya katlanırdı.

YAPTIKLARI İŞE GÖRE SINIFLANDIRILIYORLARDI

Hamallar, iskele hamalları, sırık hamalları, köşe hamalları ve gümrük hamalları gibi farklı isimlerle anılırdı. Bunların dışında küfeciler, sedyeciler, hasta taşıyanlar ve bir de beygirciler vardı. 1793 tarihli bekârların kaydedildikleri bir nüfus defteri üzerine yapılan çalışmada, hamallığın taşınan şeyin türü ve taşınma şekline göre kategorize edildiği görülmüştür. Buna göre hamallar, deniz hamallığı, küfeci hamallığı, sepet hamallığı, sedye hamallığı, sırık hamallığı, sırt/arka hamallığı, at/esb hamallığı ya da beygir/bargir hamallığı gibi türlerden hangisini icra ediyorsa, o grubun içine kaydedilmiştir.

Hamalların kendi esnaf teşkilatları, başkethüdâ, kethüdâ (bir nevi kahya), kethüdâ vekili, bölükbaşı, ihtiyarlar ve sıradan hamallar şeklinde ilerleyen bir hiyerarşik yapıları; resmî makamlarca tayin edilmiş taşıma bedelleri vardı.Osmanlı döneminde bütün esnaf gruplarının kendi meslekleri etrafında örgütlendikleri loncaları mevcuttu. Dolayısıyla bu dönemde önemli bir işkolu olan hamallık loncada kaydı olan bir meslekti.

Bizans döneminde İstanbul’da ticaret yapan Cenevizliler, ticaret erbabı için kendi lonca sistemlerini getirdi. Bizanslılar bu sistemi Osmanlı’ya devretti. Osmanlı da, her işin belli kimseler tarafından yapılması için “gedik” olarak nizama bağladı. Bunun adına da “Dersaadet Hamal Bölükleri Nizamnâmesi” denildi.

HER GRUBUN HASTALIK VE SAKATLIK FONU VARDI

Bütün bu hamalların bir pîri bulunurdu. Pîrlere bağlı kethüdâlar hamalların defter kayıtlarını tutmaktan sorumlu idi. Ehliyeti olmayan rezil sınıftan kimseler defterlere kaydedilmezdi. Defterde kaydı olmayanın ise pazarda veya mahallede hamallık yapmaya yetkisi yoktu. Eğer yazılmadan dâhil olmuşsa tespit edilerek memleketine sürülürdü.

Lonca başları kethüdâdır. Loncaya üye olmak isteyenler kethüdâya belirli bir oranda harç öderdi. Yine her üye yıllık ruhsat harcı vermek zorundaydı. Lonca mensupları kazançlarını, aynı grup içinde paylaştırması için kethüdâya verirlerdi. Her grubun hastalık ve sakatlık fonu vardı. Ayrıca mensuplarının memleketlerini ziyaretleri esnasında para çekebilecekleri ayrı bir fon daha oluşturulmuştu. Nitekim gümrükte çalışan hamallar kethüdâya gündelik kazancın bir kısmı ile aylık ve yıllık harç da ödemekteydi.

1765 tarihinde hamalların sayılarının artması üzerine Osmanlı Devleti tedbir alınması yolunda Divan-ı Humâyûn’dan bir karar yayımlayarak, hamal kethüdâsını uyarıp, tedbir almasını istedi.

ŞIK GİYİMLERİYLE DİKKAT ÇEKİYORLARDI

Hamallar vücut yapıları itibariyle kuvvetli kimselerdi. Boylarının genellikle kısa, sıkı kaslı, sağlam yapılı, sabırlı, tıknaz, bağrı yanık, geniş sırtlı ve omuzlu ağır yüklere dayanıklı oldukları görülürdü. Kaytan bıyıklı hamalların çoğunlukta olduğu bu meslek erbabı, bıyık bakımı için mutlaka yanında bir tarak, cep aynası, küçük makas ve yük taşıma ipi bulundururdu.

Hamalların giyim tarzı klasik dönemde “kendi yöresinin kıyafeti ile iş yaptığı” şeklinde iken; 18. yüzyıldan sonra loncanın emri ile “yazın mavi bezden bacakları dar bir pantolon “potur” sırtları işlemelerle süslenmiş aba gibi kalın cepken giymeleri” âdet olmuştur.

19. yüzyıl Osmanlı hamal esnafının giyim ve kuşamının konu edildiği bir çalışmada, hamalların gömlek üzerine mintan veya kısa entari, onun üzerine dış giysi parçası olarak ise kısa üstlük veya yelek giydikleri görülmüştür.

MÜSLİMİ DE VAR, ZİMMÎSİ DE...

Sivas, Erzurum, Van, Muş gibi yerlerden İstanbul’a gelen hamalların bir kısmı Müslim bir kısmı ise zimmî (İslâm devleti tebaasında olan Hristiyanlar, Yahudiler) olarak kaydedilmiş. Kürt hamallar üzerine yapılmış bir çalışmada, onların büyük bir kesiminin Erzurum, Bitlis, Van, Muş, Elazığ gibi yöreden geldikleri ve İstanbul’daki Ermeni hamalların da aynı yöreden geldikleri tespit edilmiş. Üsküdar’daki Tosyalı, Sivaslı, Harputlu, Karahisar-ı Şarkili, Kastamonulu, Kemahlı hamalların tamamının ya da büyük çoğunluğunun Müslüman, buna karşın Vanlı, Muşlu, Hizanlı ve Erzurumlu hamalların ya tamamının ya da büyük bir kısmının zimmî olduğu tespit edilmiştir.

Osmanlı, İstanbul’undaki Müslim ve zimmî hamallar ile ilgili arşivdeki farklı tasniflerde çeşitli kayıtlar tutulmuştur. Asitane’deki İskelelerde Mevcut Müslim-Zimmî ve Yahudi Hamallar 106 numaralı nüfus defterine göre (han, gümrük köşe ve diğer yerler çıkarıldığında) sadece iskelelerde kayıtlı olan hamal sayısı 2872’dir. Bunların 1945’i Müslim, 905’i zimmî, 20’si ise Yahudi hamallardır. Bu hamallar Tophane, Kapan-ı Dakik, Kürekçi Kapusu, Beşiktaş, Odunkapusu, Tuzcular, Yemiş, Balat, Ayvansaray, Azapkuyusu, Edirnekapu, Galata Gümrük, Mevlevihane Kapusu, Yedikule Üsküdar Büyük İskelesi’nde faaliyet göstermekteydi.

Hamallar kayıkçılarla karşılaştırıldığında sadece iskelelerde değil, iç kısımlardaki hanlar ve gümrüklere varıncaya kadar çok çeşitli mekânlara yayılmışlardı. Ayrıca saray ve resmi kurumlara hizmet veren hamalların bir görevi de yangın çıktığı zaman, yangının olduğu yerdeki malları kurtarmaktı.

18 ve 19. asırlarda şehrin en kalabalık esnaf grubu hamallardı. 19. yüzyılda Sanayi inkılâbının ertesinde, Osmanlı coğrafyasındaki değişimden, özellikle üretim sektöründeki loncalar da etkilenmiştir.

ERMENİLERİN BOŞLUĞUNU KÜRTLER DOLDURDU

İstanbul’daki hamalların bir kısmının Yeniçeri Ocağı’na kayıtlı olması Vaka-i Hayriye’de (‘Hayırlı olay’ anlamına gelen Vaka-i Hayriye; 16 Haziran 1826’da Osmanlı Padişahı Sultan 2. Mahmud zamanında yaşanan olay, Yeniçeri Ocağı’nın topa tutularak yok edilmesi, sonrasında ise sağ kalanların idam edilmesidir) birçoğunun öldürülmesine ya da İstanbul dışına sürülmesine yol açmıştır.

Bunun neticesinde Türk ve Kürtlerden oluşan hamalların yerini 1896’daki Osmanlı Bankası baskınına kadar Ermeni hamallar almıştır. Yük taşıyanların çoğu o dönemlerde yoksul Ermenilerden oluşuyordu. Ermenilerin 26 Ağustos 1896’da Galata’da bulunan Osmanlı Bankası’na saldırması ile başlayan olaylar neticesinde Ermeni hamallar tasfiye edilmiştir.Bu baskını düzenleyenler arasında Ermeni hamalların da bulunması, hamallıkta Kürtlerin hâkimiyetinin başlamasına sebep olmuştur. Osmanlı Hükümeti’nin “Ermeni tehciri” siyaseti kapsamında Ermeni hamal birlikleri kapatılarak, hamalların büyük kısmı başka kentlere sürgün edilmiş, oluşan boşluk ise Kürt bölgelerinden getirilen işçilerle doldurulmuştur.

SİYASAL VE TOPLUMSAL OLAYLARA KARIŞTILAR

19. yüzyıl boyunca diğer meslek örgütlerine nazaran geleneklerini ve varlıklarını devam ettiren hamallar, 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başlarına gelindiğinde yaşanan değişime daha fazla dayanamadı. Bu süreçte Fransızlara İstanbul’da liman tesisleri kurma ve işletme hakkının verilmesi ile yaşanan gelişmeler neticesinde loncaların etkisi kırılmaya başladı. 2. Meşrutiyet’in ilanından sonra gümrük hamalları kethüdâlığı ortadan kaldırıldı.

1908 yılında yaşanan Avusturya ve Bulgaristan boykotlarında hamal loncaları büyük rol oynadı. Osmanlı Devleti’nin önemli bir limanlarının bulunduğu İstanbul, İzmir, Balkanlar ve Selanik’teki grevler birbirini takip etti. Sadece yük taşıyarak işini yapan ve asıl derdi memleketine para göndermek olan hamallar, 19. yüzyıldaki gelişmelere paralel olarak, siyasal ve toplumsal olayların içinde yer aldı.

Yaşanan boykotlar sonucu sıkıntıya giren İttihat ve Terakki, 1909’da bütün hamal kethüdâlıklarına son veren talimatnâme çıkararak hamallarla ilgili yeni düzenlemeler yaptı. Hayata geçirilen yeni düzenleme ile, hamalların faaliyet gösterdiği yerlerde gedik, inhisar ve imtiyaz hakkına son verildi.

Kaynakçalar:

- İsmail Çolak, Osmanlı'da Dinî Adabı Koruma Çabaları, Zafer Dergisi, Sayı 509, Mayıs 2019

- Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesi, 1. Cilt, Yapı Kredi Yayınları, 2006

- Osmanlı Mirası Araştırmaları Dergisi, Cilt 8, Sayı 22, Kasım 2021

- Güray Kırpık, Osmanlı'da Hamallık Mesleği ve İlgili Arşiv Belgeleri, Hak İş Uluslararası Emek ve Toplum Dergisi, Cilt 2, Sayı 3, Yıl 2013