Kavruk simalıların ekmek mücadelesi
(3)
Madem ki çok önemli bir iş kolu olan hamallardan bahsediyoruz, o zaman İstanbul özelinde hikâyenin geçmişini biraz irdeleyelim!.. Sırtında dünyanın yükünü taşıyan bu insanlar bakalım yaşantılarıyla bizlere neler anlatacak?..
8 bin 500 yıllık geçmişe sahip
İstanbul; Roma, Bizans ve Osmanlı
döneminden beri liman şehri olmasıyla, hem kültürün, hem de ticaretin kalbi
oldu. Fatih Sultan Mehmed’in
fethinden sonra da bu özelliğini artırarak devam ettirdi. Fetih ve Fatih Sultan
Mehmed’le başlayan yeni dönemde “Hanlar
Bölgesi” Haliç kıyılarına kadar yayılmaya başladı. İstanbul, Sultan 2. Bâyezîd-i Velî döneminde
büyük bir ticari şehir niteliğini kazanırken, Unkapanı-Sirkeci arasında devasa
bir alışveriş merkezine dönüştü.
16. yüzyılda Rüstem Paşa Külliyesi bünyesindeki
hanlar ve bunların tam karşı kıyısındaki Kurşunlu Han, Haliç’in her iki
kıyısındaki ticaret yoğunluğunu arttırdı. 17.
yüzyılda özellikle Eminönü-Beyazıt arasında inşa edilen hanlar, hem üretime
yönelik, hem de bekârlara barınaktı. Kapalıçarşı ve çevresindeki hanların
bugünkü görüntüsü 17. yüzyılın sonlarına doğru oluşmaya başladı.
Doğurganlığından asla vazgeçmeyen İstanbul, yarımadada durulurken, Galata’da
hanlar tarihini yazmaya devam etti. Burada terle yoğrulan emek, Almanya, Rusya,
Fransa gibi birçok ülkeye ulaştı. Ticaretin zirve yaptığı bu dönemde
İstanbul’un hanları altın yıllarını yaşadı. Osmanlı dünyaya açıldıkça ticaretin
hacmiyle birlikte İstanbul’daki hamal sayısı da arttı.
İSKELELER ARI KOVANI GİBİ...
Bu süreçte sahil boyunca malların
tartıldığı, ahşap çatılı kapanlar kuruldu. Suriçi, Haliç kıyıları ve Galata
iskelelerine yanaşan gemilerin yükü Odun Kapısı, Unkapanı ve Yenikapı’daki
hanlara, mahzenlere depolanırdı.
İstanbul’a deniz yahut kara yoluyla
ulaşan mallar niteliklerine göre ayrılıp önce “Çardak” denilen gümrükten geçip, sonra da Yağ Kapanı, Bal Kapanı,
İpek Kapanı, Un Kapanı gibi merkezlere boşaltılıp, gerekli işlemlerin ardından
toptan olarak satışa çıkartılırdı. İstanbul’a iaşe kapsamında gelen mallar
ağırlıklı olarak kapanlar üzerinden çarşılara ve dükkânlara dağıtılırdı.
Erzak nakleden, limanlara yanaşamayan
büyük gemilerdeki yükü alarak iskeleye getiren güvertesiz teknelere de “mavna” denmekteydi. Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul’u
fethiyle başlayan “mavnacılık”
adıyla bilinen deniz hamallığı mesleğiyle alakalı olan “mavna” gemileri, büyük donanma gemileri arasında da bulunmaktaydı.
İstanbul’daki mavna hamalları Yağkapanı,
Unkapanı, Hatapkapu, Sebzehane, Eminönü, Kuruçeşme, Hasköy ve Üsküdar olmak üzere 8 adet iskelede
yoğunlukla çalışırlardı.
Dünyanın değişik yerlerinden gemilerle
gelen yükler, İstanbul’un hem dağınık, hem dar, hem de dik yokuşlu
sokaklarından tüccarlara hamallar sayesinde ulaştırılıyordu. Tüm şehir gemiden
limana, gümrükten depoya, pazardan kilere, bedestenden saraya hamalların
sırtında taşınıyordu.
“TAŞI TOPRAĞI ALTIN” İSTANBUL’A AKIN...
Her pazarın ve limanın bir yiğitbaşısı
olduğu gibi hamalların başında bir “hamalbaşı”
vardı. Hamalbaşı, en az 4 ve bazen 10’u bulan hamallar gurubundan sorumluydu.
İstanbul, denizlerle çevrili bir
başkent olması dolayısıyla çok sayıda liman ve iskele mevcuttur. Aynı şekilde
çok sayıda iskelenin bulunmasının doğal bir sonucu olarak, bu mahallerde iş
gören meslek gruplarını da bünyesinde barındırmaktadır. Osmanlı Devleti’nde
yaygın bir meslek örgütü olarak karşımıza çıkan hamallar, başta limanlar olmak
üzere şehrin her bölgesinde faaliyet göstermekteydi.
Hamallık yapmak amacıyla özellikle Doğu Anadolu, Doğu Karadeniz, İç Anadolu
ve kısmen Güneydoğu Anadolu’dan “taşı toprağı altın” İstanbul’a akın
eden kavruk simalı insanlar başta iskelelerde olmak üzere, han, köşe ve gümrük
gibi Asitane’nin birçok noktasında kendi hemşerileri ile beraber iş bekleyip,
ter dökerdi. Dünyanın yükünü sırtlarında taşıyan bu insanlar topluluğu, zor
şartlarda kazandıkları parayı ailelerine gönderip, kendileri ekmek, soğan,
peynir ve meyveden oluşan günlük yiyeceklerle idare ederek “hamal kahvehanelerinde” ömürlerini
törpülerdi. Bir yarısı İstanbul’da diğer yarısı köyünde olan insanlar ekmek
parası için her cefâya katlanırdı.
YAPTIKLARI İŞE GÖRE SINIFLANDIRILIYORLARDI
Hamallar, iskele hamalları, sırık
hamalları, köşe hamalları ve gümrük hamalları gibi farklı isimlerle anılırdı.
Bunların dışında küfeciler, sedyeciler, hasta taşıyanlar ve bir de beygirciler
vardı. 1793 tarihli bekârların kaydedildikleri bir nüfus defteri üzerine
yapılan çalışmada, hamallığın taşınan şeyin türü ve taşınma şekline göre
kategorize edildiği görülmüştür. Buna göre hamallar, deniz hamallığı, küfeci hamallığı, sepet hamallığı, sedye hamallığı, sırık hamallığı, sırt/arka hamallığı, at/esb hamallığı ya da beygir/bargir hamallığı gibi türlerden
hangisini icra ediyorsa, o grubun içine kaydedilmiştir.
Hamalların kendi esnaf teşkilatları, başkethüdâ, kethüdâ (bir nevi kahya),
kethüdâ vekili, bölükbaşı, ihtiyarlar ve sıradan hamallar şeklinde ilerleyen
bir hiyerarşik yapıları; resmî makamlarca tayin edilmiş taşıma bedelleri vardı.Osmanlı döneminde bütün esnaf
gruplarının kendi meslekleri etrafında örgütlendikleri loncaları mevcuttu.
Dolayısıyla bu dönemde önemli bir işkolu olan hamallık loncada kaydı olan bir
meslekti.
Bizans döneminde İstanbul’da ticaret
yapan Cenevizliler, ticaret erbabı için kendi lonca sistemlerini getirdi.
Bizanslılar bu sistemi Osmanlı’ya devretti. Osmanlı da, her işin belli kimseler
tarafından yapılması için “gedik”
olarak nizama bağladı. Bunun adına da “Dersaadet
Hamal Bölükleri Nizamnâmesi” denildi.
HER GRUBUN HASTALIK VE SAKATLIK FONU VARDI
Bütün bu hamalların bir pîri
bulunurdu. Pîrlere bağlı kethüdâlar hamalların defter kayıtlarını tutmaktan
sorumlu idi. Ehliyeti olmayan rezil sınıftan kimseler defterlere kaydedilmezdi.
Defterde kaydı olmayanın ise pazarda veya mahallede hamallık yapmaya yetkisi
yoktu. Eğer yazılmadan dâhil olmuşsa tespit edilerek memleketine sürülürdü.
Lonca başları kethüdâdır. Loncaya üye
olmak isteyenler kethüdâya belirli bir oranda harç öderdi. Yine her üye yıllık
ruhsat harcı vermek zorundaydı. Lonca mensupları kazançlarını, aynı grup içinde
paylaştırması için kethüdâya verirlerdi. Her grubun hastalık ve sakatlık fonu
vardı. Ayrıca mensuplarının memleketlerini ziyaretleri esnasında para
çekebilecekleri ayrı bir fon daha oluşturulmuştu. Nitekim gümrükte çalışan
hamallar kethüdâya gündelik kazancın bir kısmı ile aylık ve yıllık harç da
ödemekteydi.
1765 tarihinde hamalların sayılarının artması
üzerine Osmanlı Devleti tedbir alınması yolunda Divan-ı Humâyûn’dan bir karar
yayımlayarak, hamal kethüdâsını uyarıp, tedbir almasını istedi.
ŞIK GİYİMLERİYLE DİKKAT ÇEKİYORLARDI
Hamallar vücut yapıları itibariyle
kuvvetli kimselerdi. Boylarının genellikle kısa, sıkı kaslı, sağlam yapılı,
sabırlı, tıknaz, bağrı yanık, geniş sırtlı ve omuzlu ağır yüklere dayanıklı
oldukları görülürdü. Kaytan bıyıklı hamalların çoğunlukta olduğu bu meslek
erbabı, bıyık bakımı için mutlaka yanında bir tarak, cep aynası, küçük makas ve
yük taşıma ipi bulundururdu.
Hamalların giyim tarzı klasik dönemde
“kendi yöresinin kıyafeti ile iş yaptığı”
şeklinde iken; 18. yüzyıldan sonra loncanın emri ile “yazın mavi bezden bacakları dar bir pantolon “potur” sırtları işlemelerle
süslenmiş aba gibi kalın cepken giymeleri” âdet olmuştur.
19. yüzyıl Osmanlı hamal esnafının
giyim ve kuşamının konu edildiği bir çalışmada, hamalların gömlek üzerine mintan veya kısa entari, onun üzerine dış giysi parçası
olarak ise kısa üstlük veya yelek giydikleri görülmüştür.
MÜSLİMİ DE VAR, ZİMMÎSİ DE...
Sivas, Erzurum, Van, Muş gibi
yerlerden İstanbul’a gelen hamalların bir kısmı Müslim bir kısmı ise zimmî
(İslâm devleti tebaasında olan Hristiyanlar, Yahudiler) olarak kaydedilmiş.
Kürt hamallar üzerine yapılmış bir çalışmada, onların büyük bir kesiminin
Erzurum, Bitlis, Van, Muş, Elazığ gibi yöreden geldikleri ve İstanbul’daki
Ermeni hamalların da aynı yöreden geldikleri tespit edilmiş. Üsküdar’daki
Tosyalı, Sivaslı, Harputlu, Karahisar-ı Şarkili, Kastamonulu, Kemahlı
hamalların tamamının ya da büyük çoğunluğunun Müslüman, buna karşın Vanlı,
Muşlu, Hizanlı ve Erzurumlu hamalların ya tamamının ya da büyük bir kısmının
zimmî olduğu tespit edilmiştir.
Osmanlı, İstanbul’undaki Müslim ve
zimmî hamallar ile ilgili arşivdeki farklı tasniflerde çeşitli kayıtlar
tutulmuştur. Asitane’deki
İskelelerde Mevcut Müslim-Zimmî ve Yahudi Hamallar 106 numaralı nüfus defterine
göre (han, gümrük köşe ve diğer yerler çıkarıldığında) sadece iskelelerde kayıtlı olan hamal sayısı
2872’dir. Bunların 1945’i Müslim,
905’i zimmî, 20’si ise Yahudi hamallardır. Bu hamallar Tophane, Kapan-ı Dakik, Kürekçi Kapusu, Beşiktaş, Odunkapusu,
Tuzcular, Yemiş, Balat, Ayvansaray, Azapkuyusu, Edirnekapu, Galata Gümrük,
Mevlevihane Kapusu, Yedikule Üsküdar Büyük İskelesi’nde faaliyet
göstermekteydi.
Hamallar kayıkçılarla
karşılaştırıldığında sadece iskelelerde değil, iç kısımlardaki hanlar ve
gümrüklere varıncaya kadar çok çeşitli mekânlara yayılmışlardı. Ayrıca saray ve
resmi kurumlara hizmet veren hamalların bir görevi de yangın çıktığı zaman,
yangının olduğu yerdeki malları kurtarmaktı.
18 ve 19. asırlarda şehrin en kalabalık esnaf grubu
hamallardı. 19. yüzyılda Sanayi inkılâbının ertesinde, Osmanlı
coğrafyasındaki değişimden, özellikle üretim sektöründeki loncalar da
etkilenmiştir.
ERMENİLERİN BOŞLUĞUNU KÜRTLER DOLDURDU
İstanbul’daki hamalların bir kısmının Yeniçeri Ocağı’na kayıtlı olması Vaka-i
Hayriye’de (‘Hayırlı olay’ anlamına gelen Vaka-i Hayriye; 16 Haziran
1826’da Osmanlı Padişahı Sultan 2. Mahmud zamanında yaşanan olay, Yeniçeri
Ocağı’nın topa tutularak yok edilmesi, sonrasında ise sağ kalanların idam
edilmesidir) birçoğunun öldürülmesine ya da İstanbul dışına sürülmesine yol
açmıştır.
Bunun neticesinde Türk ve Kürtlerden oluşan
hamalların yerini 1896’daki Osmanlı
Bankası baskınına kadar Ermeni hamallar almıştır. Yük taşıyanların çoğu o
dönemlerde yoksul Ermenilerden oluşuyordu. Ermenilerin 26 Ağustos 1896’da
Galata’da bulunan Osmanlı Bankası’na saldırması ile başlayan olaylar
neticesinde Ermeni hamallar tasfiye
edilmiştir.Bu baskını
düzenleyenler arasında Ermeni hamalların da bulunması, hamallıkta Kürtlerin hâkimiyetinin başlamasına sebep
olmuştur. Osmanlı Hükümeti’nin “Ermeni
tehciri” siyaseti kapsamında Ermeni hamal birlikleri kapatılarak,
hamalların büyük kısmı başka kentlere sürgün edilmiş, oluşan boşluk ise Kürt
bölgelerinden getirilen işçilerle doldurulmuştur.
SİYASAL VE TOPLUMSAL OLAYLARA KARIŞTILAR
19. yüzyıl boyunca diğer meslek örgütlerine
nazaran geleneklerini ve varlıklarını devam ettiren hamallar, 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başlarına gelindiğinde
yaşanan değişime daha fazla dayanamadı. Bu süreçte Fransızlara İstanbul’da
liman tesisleri kurma ve işletme hakkının verilmesi ile yaşanan gelişmeler
neticesinde loncaların etkisi kırılmaya başladı. 2. Meşrutiyet’in ilanından sonra gümrük hamalları kethüdâlığı
ortadan kaldırıldı.
1908 yılında yaşanan Avusturya ve Bulgaristan boykotlarında hamal loncaları büyük rol oynadı. Osmanlı Devleti’nin önemli bir limanlarının
bulunduğu İstanbul, İzmir, Balkanlar ve Selanik’teki grevler birbirini takip
etti. Sadece yük taşıyarak işini yapan ve asıl derdi memleketine para
göndermek olan hamallar, 19. yüzyıldaki gelişmelere paralel olarak, siyasal ve
toplumsal olayların içinde yer aldı.
Yaşanan boykotlar sonucu sıkıntıya
giren İttihat ve Terakki, 1909’da
bütün hamal kethüdâlıklarına son veren talimatnâme çıkararak hamallarla ilgili
yeni düzenlemeler yaptı. Hayata geçirilen yeni düzenleme ile, hamalların faaliyet gösterdiği yerlerde
gedik, inhisar ve imtiyaz hakkına son verildi.
Kaynakçalar:
-
İsmail Çolak, Osmanlı'da Dinî Adabı Koruma Çabaları, Zafer Dergisi, Sayı 509,
Mayıs 2019
-
Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesi, 1. Cilt, Yapı Kredi Yayınları, 2006
-
Osmanlı Mirası Araştırmaları Dergisi, Cilt 8, Sayı 22, Kasım 2021
-
Güray Kırpık, Osmanlı'da Hamallık Mesleği ve İlgili Arşiv Belgeleri, Hak İş
Uluslararası Emek ve Toplum Dergisi, Cilt 2, Sayı 3, Yıl 2013