Kavram Savaşları: "Varsayımın Yükselişi"
Varsayım, “Deneylerle henüz yeter derecede doğrulanmamış ancak doğrulanacağı umulan teorik düşünce, faraziye, hipotez” olarak, olgu ise “Varlığı deneyle kanıtlanmış şey.” olarak tanımlanır.
Varsayımların çok fazla
olması, bir takım düşüncelerin ortaya atılmasına rağmen ispatlanacak kadar
değerli olmadığı ya da ispatlanmasının pratik hayatta bir değişime yol
açmayacağı veyahut düşünce ile fiillerin uyuşmadığı anlamlarına gelir. Dolayısıyla
çok fazla varsayıma sahip olmak, övünülecek bir şeyden ziyade; atalet,
samimiyet ve fayda ekseninde değerlendirilmesi gereken çok boyutlu, çetrefilli
bir durumu işaret eder. Varsayımların çokluğuna safiyane bir çerçeveden
baktığımızda ise orada bizi mutlu edecek değerli bir gerçeğin barındığı görülür:
İnsanın kendini bulma arayışı.
Varsayımların az sayıda olması
ise, birinci olarak olguların çok fazla olduğunu, ikinci olarak o toplumda
olgulara daha çok önem verildiğini, üçüncü olarak da doğrulanmaya değer bir
fikrin ya da doğrulanması umulan düşüncenin olmamasına işaret etmesi bakımından
bizi önemli bir sonuca ulaştırır.
Birinci olarak
bahsettiğimiz neden, yalnızca aklın önemsendiğini; kalp ve ruhun geri plana
atıldığını, kuralları insanlarca konulmuş olgu temelli bir düzenin, insanoğluna
ağır bedeller ödettiğini ortaya koyması bakımından önemlidir.
İkinci olarak öne
sürdüğümüz neden, hayatın içerisinden İlahi emirlerin çıkartılması/ayıklanması/ayrıştırılması,
daha açık ifade ile insanı merkeze alan fakat insana kendini kaybettiren modern
yaşamı hatırlatması bakımından önemlidir.
Üçüncü olarak
bahsettiğimiz neden, ortada fikri bir kalabalık olmasına rağmen içeriğin boş
olduğunu, dolayısıyla olgu haline getirilebilecek bir düşüncenin henüz neşvü
nema etmediğini göstermesi bakımından önemlidir. Fakat insan için birinci ve
ikinci nedenden daha ‘incitici’ olması, bu maddeyi diğerlerinden öncelikli bir
konuma taşır. Bu durum, ancak ve ancak insana bahşedilen düşünme melekeleri ile
açıklanabilir.
Şimdi diğer cephede hazır
bekleyen olgulara geçebiliriz…
Bilim, olgular üzerine
inşa ettiği hükümranlığının sürekliliğini, bu kanuna uymayanları terbiye ederek
sürdürür. Olgular, din’le bir bütün olan hayatı; fizik/metafizik, akıl-kalp
gibi kavramlar üzerinden parçalama amacında olan ve insanı kendi anlamından
koparmak isteyen kişilerce kullanışlı bir araç olarak görülür. Bu nedenle dünya
ile uhrevi hayat arasına duvar örerken kullandığımız tuğlaların neredeyse tamamı
olgulardan müteşekkildir.
Olguların çok oluşu ve
değer görmesi, bilime tapılacak derecede anlam atfedilmesine neden olup El-Basir
(c.c.) olan Yaratıcıya karşı, insanı körleştirir. Fiziğin mutlak kabul edilip,
metafizik düşüncenin terkedilmesi, Nietzsche’nin dediği gibi “hakikatin yitimi”ne
neden olarak, insana dünyada bulunuş gayesini unutturur. Olgular, varsayımlara
dayanak oluşturması ve hakikat düşüncesini devam ettirdiği ölçüde ancak bir
muştuya dönüşebilir.
Varsayımların insana,
kendini bulma arayışında yöntem sunması; olguların hakikat sırlarını
barındırması, bu muştunun rölantide de olsa devamlılığını sağlar. Ta ki motor
stop edip, Müslümanlar şu soru ile muhatap olana kadar; “İslam’ı iyi bir
şekilde yaşayıp, onu temsil ettiğimiz fikri bir varsayımdan mı ibarettir, yoksa
bir olgu mudur?”