Karakter Meselesi
Karakter dünya görüşünden ziyade fıtrata uygunluğa dairdir. Bundan dolayı da bütün dinlerin ve ahlakların ideal insan tipinin ortak paydasını oluşturur. Başlangıçtan bitişe kadarki süreçte ham olanı kıvamına erdirme, eksik olanı tamamlama, yaralı olanı sağaltma, kaba olanı inceltme arayışı bir insanı fıtratına yaklaştırırken aynı zamanda ona bir karakter halesi örer. Böylece karakterin ontolojisi bir inanca, bir kültüre, bir ahlaka yahut bir dünya görüşünün tetiklemesinden ziyade mizaç ile ilişkilendirebileceğimiz doğru fıtrat üzerinde yükselen bir inşa hareketine dayanır.
Bilinenin ve kabul edilenin aksine bir ülkenin gelişmişlik düzeyi onun ekonomik göstergeleriyle değil karakterli insan sayısıyla ilgilidir. Gelişmişlik bir meta artırımı değil de bir değer üretimi, değer içselleştirmesi olduğuna göre onun ölçüsünün de değer merkezli düşünülmesi gerekir. Haddizatında günümüz dünyasının sorunu zaten meta üzerinden anlaşılmaz. Dünyayı meta merkezli yorumlasak ve mülkiyeti ölçü alsak bile mülkiyete dair yaklaşım biçiminin sorunun asıl çıkış noktasını oluşturduğu görülür. Böylece üretimdeki emek paylaşımından başlayarak emeğin paylaştırılmasına ve bu paylaşımdaki bütün adaletsizliklere kadar maddi hemen her tasarrufun da karakter üzerinden tanımlandığı ortadadır. Dolayısıyla “dünyanın gelişmiş ülkeleri” sıralaması yapılırken ölçü alınması gereken birincil ölçütün gayrısafi milli hasıla değil topluma düşen karakterli insan sayısıdır. Bir toplumdaki karakterli insan yoğunluğu o toplumun ne kadar gelişmişliğinin birincil ölçüsü alındığı andan itibaren de artık diğer ölçütler göz önünde bulundurulabilir ki bozulmanın asıl çeperinde yer alan haksızlık, hukuksuzluk, adaletsizlik, çürüme ve yozlaşma gibi oksitlendirici, paslandırıcı, perspektif kaybına yol açarak ufuk silici ne denli değer karşıtlığı varsa hepsinin kendi özlerine, varoluşlarına tekrar dönmesini sağlayacak ara mekanizmalar tedarik edilebilsin.
Varılan noktada ister tarihi pratik zemininden ister eş zamanlı toplum çözümlemelerinden bakılsın bir toplumu güçsüzleştirenin, onun kanını emerek iltihaplı dokularının artmasının temel nedeninin maddi fukaralık değil kişilik fukaralığı olduğu; karakter fukaralığının maddi zenginliği bir anda bitirebileceği, karakter zenginliğinin ise tam tersine maddi noksanlığı giderecek sayısız mekanizmayı bulacağı ortaya çıkar. Bu durumda kolektif şuur ne kadar bozulmuş olursa olsun, genel gidişat atmosfere ne denli kirli gaz bırakırsa bıraksın karakter inşasına soyunan toplumlar geleceğin dünyasını kuracak; karakter inşası yerine kendi inancını, ahlakını, dünya görüşünü, kültürünü köpük gibi ötekilere bulaştırma çabası verenler kaybedecektir. Kendileri de kaybedecek, ilişkide bulundukları insanlar da kaybedecektir. Dünya görüşümüzdeki insanların sayısını artırmanın sadra şifa olmadığını, içimiz çürüdükten sonra dışarıya yapılan her türden palyatif tedavinin kanseri önlemediğini tarih bize öğretti, gücü kullanma biçimlerimiz, iktidarı sürdürme yöntemlerimiz gösterdi, göstermeye devam ediyor. Bu, bir yönüyle içi ve içeriği boşaltılmış insanların yüzeyine aynı biçimi kazandırarak birbirinin aynı insanlar varmış gibi gösterme yanılgısından başka bir şey değil. Çünkü karakter güçlü olmayınca daha ilk yağmurda yüzeydeki boyalar eriyor, ortaya birbirinden farklı sayısız karaktersizlik boyası dökülerek birbirine benziyor görünenlerin gerçekten birbirinden nasıl da farklı olduklarını ve hatta çıkarları için yekdiğerini bir kaşık suda boğmak için nasıl canavar bir iç dünyaya sahip olduklarını iktidarların çöküş süreçleri bize defalarca gösterdi. Çünkü hiç kimse “ilk taşı atacak kadar” masum değil.
Mesele teoriler, inançlar, ahlaklar, kültürler ve medeniyetler karşılaşması olsa, bütün bunlar eşit şartlarda ringe çıksa hangi teori, hangi inanç sistemi, hangi ahlak öğretisi, hangi kültür ve medeniyet bizimkisini alt edebilir? Bugün dünyanın her tarafında yerlerde sürünüyor, açlık, sefalet ve sefahatin iç içe geçtiği melodramatik hayatlar yaşıyor, düşmana bile gerek kalmadan birbirimizin kuyusunu kazıyor, yaptığımız güzel işler bile dedikodularımızla zehirleniyorsa sebebi belli değil mi? Ah o, inandıklarımız ile yaptıklarımız arasındaki derin boşluk… Ah o, yaptıklarımızın inandıklarımızı gölgelemesi, inandıklarımızın yaptıklarımıza küsüp dağın öte tarafına çekilmesi… Ah o, yapmayıp da yapıyormuş görünmelerimiz, seviyor gibi görünüp sevmeyişlerimiz, inanıyor gibi görünüp inanmayışlarımız; ah o yüzeyimize yapışan iğreti yalanlarımız, yalan benliklerimiz yalan yaşamlarımız, yalan üzerine kurulu dünyalarımız hep ondan değil mi, ondan, karakter eksikliğinden…
Petrol çıkarıyor, çiftçilik yapıyor, fabrikalar kuruyor, işletmeleri çalıştırıyor, bir şeyler yapıyor görünüyoruz ama nafile, karakterli insan yetiştirme ortamlarını yaratamıyoruz. Bir zamanlar karakter tarlaları olan memleketlerimiz şimdi alabildiğine ihanet otları bitirtiyorsa gül yerine diken biten topraklara değil o toprağa o tohumu atan yanlış inançları, batıl anlayışları gözden geçirmek ve karakter olmadan ahlak, ahlak olmadan inancın dünyanın gidişatına hayır getirmediğini görmek vaktidir. Çuvaldızı başkalarına batırırken iğneyi de kendimize batırmalı, başkasının gözündeki çöpü görürken kendi gözümüzdeki merteği görmeli değil mi?
Karakter nedir o halde, nasıl kazanılır? Ve en nihayet, karakterli insan kimdir? Haftaya…