Karakter İnşası
İnsan gün geçtikçe daha çok dağılıyor. Türümüzün gökten inişinden başlayarak bugüne kadar geçirdiği değişim evrenin veya yeryüzünün geçirdiği değişime bakılırsa çok daha hızlı, çok daha sarsıcı, çok daha tahrip edici. Kötülüğün, bencilliğin, kibrin, hırsın kasırgası kuşkusuz rüzgarınkiyle karşılaştırılamayacak kertede parçalayıcı bir etkiye sahip. Göğe kapanan bilincimizin yeryüzünde açan çiçekleri yıldızlardan habersiz, tatsız, kokusuz ve olabildiğince sıradan hale geldi. Yazık ki kendimizi daha iyi korumak için sığındığımız mekanlar yıldızları elimizden alırken onun yerine göz hizamızdaki güzellikleri koyamadı. Kaybedilenin yerine en az kaybedilen kadarı konmadığı sürece insan hep mutsuz olacak. İşte belki de bu yüzden insana, onun varlığına, kişiliğine ve yeryüzüyle kurduğu ilişkiye yönelik kaybettiklerimizin telafisine duyulan ihtiyaç bugün artık dünden çok daha önemli, çok daha aciliyet arz ediyor. Ve üstelik bugün artık karakter inşası, geçmişte olduğundan çok daha karmaşık, çok daha meşakkatli, çok daha zor. Doğal olan her şeyin lükse dönüştüğü bir dünyada yaşıyoruz. Doğal toprak, doğal hava, doğal ışık, doğal oksijen, doğal bünye, doğal ortam, doğal duygu, doğal düşünce, doğal davranış, doğal ilişki, doğal değer… Bunların hepsi daha birkaç yüzyıl önce içimizde, yanımızda yöremizde, bizimle birlikte, bizden bir parçaydı. Kendi elimizle, göz göre göre bütün bu doğallıkları yapay olanlarıyla değiştirdik ve şimdi oturmuş kendi halimize ağlıyoruz. “Kendi düşen ağlamaz” derler. Ağlarız efendim, ağlarız, biz kendi düşüşümüze de ağlarız ki gözyaşlarımız içimizdeki kiri bir nebze olsun dışarı atsın. Bununla birlikte, olmuş olanı tersine çevirmek ve olacak olanın yanına koymak elbette mümkün değil. Ama en azından olmuş olanın gücünü azaltarak olacak olana bir nefes alanı açabilir, onun yeşermesine yönelik araçların sayısını artırabiliriz.
Geçmişin homojen dünyasında her şey netti. İyilik ile kötülüğün sınırları belirlenmiş, onlarla ilgili tanımlar ve sınırlılıklar ortaya konmuştu. Hayat da kitaplar da iç dünyalar da şimdi olduğundan çok daha sade, çok daha kolay anlaşılır, çok daha içtendi. Biz ne kadar geride kaldıklarını varsaysak, tepeden baksak da o insanlar öyle görünüyor ki bizden çok daha mutlu bir hayat yaşıyorlardı. Hayata içeriden, sezgiyle bakıyorlardı. Dünya bu kadar gürültüye boğulmadığı için sesleri daha yakından duyuyorlardı. Dünyaya onun hizasından baktıkları için gözleri nesneleri çok daha yakından görüyordu. Kelimeler gerçek anlamların bu denli uzaklaşıp sayısız türev üretmediği için düşüncenin doğrudan taşıyıcısı rolüyle kullanılıyordu. Karakter oluşturma ve onun üzerinden gündelik yaşamı dönüştürme araçları sınırlıydı ancak çok daha etkiliydi. Kutsal kitaplar, peygamberler, filozoflar, bilgeler ve sanatçıların oluşturduğu az sayıdaki mekanizma etkili söylemler üzerinden insanların iç dünyasına ulaşıyor, orada ilgili yeri bulup oturuyor, her bakışta kendine özgü tavrı yansıtarak insan ile doğa ve toplum arasındaki bağlara doğrudan etki ediyordu. Büyük kitaplar, büyük insanlar, büyük söylemler çağı geride kaldı ve şimdi artık insanı biçimlendirmenin araçları hem çoğaldı hem de değişti. Zihnin besinleri ile ruhun kaynakları değişince insan doğası da değişiyor ve insan doğası değişince ister istemez hayatın bizatihi kendisi de buradan payını alıyor.
Sohbet kültürüne de kitap kültürüne de dayansa eskilerin iç dünyası inanmaya daha yatkındı. Belki kötülük bu kadar yaygın olmadığı, yaygın olsa bile kullandığı araçlar daha yola çıkarken görüş mesafesinde olduğu için insanlar önlem almaya fırsat buluyor ve zaten kötülük kendine başka isimler icat etmediğinden, kendini insanlara ‘ben kötülüğüm’ diye takdim ettiğinden onunla mücadele de kolay oluyordu. Ancak matematik formülasyonların bile çoğaldığı, sayısız türev ürettiği günümüz dünyasında insanın etkilendiği kaynaklar çeşitlendi, hat safhaya ulaştı. Şimdi, her yerde, her şey bizi kendisini tüketmeye çağırıyor ama hangisinin işimize yaradığını, daha çok yaradığını veya sönük kaldığını, hatta büsbütün zarar verdiğini bilmiyoruz. Bilgi bir insandan ötekine ışın hızıyla giden, daha o kendine dokunulup dokunulmadığını hissetmeden, onu terk eden, dolayısıyla iç dünyaya yerleşip konaklama fırsatı bulamadan bir yüzeyden ötekine dolaştığı halde asla içeri dalıp konaklamayı düşünmeyen hayali bir kuşa dönüştü. Konacak yeri olmayan, üstelik kanatları da hiç yorulmayan kuşlar gibi kökeni, bağlamı, içeriği bilinmeyen sanal bilgiler ekran göğünün boşluğunda uçup duruyor. Ne bir oyuk var bu kuşlar için ne bir ağaç dalı ne de bir pencere kenarı… İçselleştirilmediği, mezcedilmediği, hazım süreçlerini tamamlamadığı için karın şişiyle huzursuz biçimde dolaşan kelimeler birimizden çıkıp diğerine çarpıyor. Mideninkiyle karşılaştırıldığında kelimelerin karın şişliği çok daha tahammül edilmezdir.
Bugün artık karakter inşa biçimleri tamamen değişti. Ne kutsal kitaplar ne aile ne toplum ne okul ne de kitaplar karakterin oluşumuna doğrudan nüfuz edecek gücü kendinde bulamıyor. Karakteri inşa eden yegane mekanizma sanal dünya. Hayatımız gerçek dünyadan daha çok orada geçiyor, zamanımızı doğanın akışı değil, görüntülerin akışı alıyor, bedenimizi doğa değil ekran şekillendiriyor. Hal böyle olunca karakterimizi şekillendiren referanslar da oradan geliyor. Orada kutsal kitaplar yok, onların sayısız tefsircisi var; orada aile yok, onun yerini almış sanal oyun arkadaşları var; orada toplum yok, çevrim içinde parmak uçlarından cam ekrana nüfuz eden gölgeler var; orada okul yok, dijital bilgi kümeleri var; orada kitap yok, kitapların üçüncü dereceden yorumunu yapan ıskarta okuyucu çevreleri var. Hiçbir şeyin gerçeği yok, her şeyin sanalı, ezberlenmişi, hayata uyarlanamayacak olanı, pratik edilemeyecek teorisi var. İşte karakter oluşturmanın önündeki en büyük engel de bu: Kullanılan malzeme gerçek olmayınca ortaya çıkan ürün de sahici olmuyor ve bu gölgeler oyununda değerli, hayata dokunan, kalıcı, kendi hakikatini temsil eden hiçbir kurgu oluşturulamıyor. Uzaktan eğitimler, öğretimler, programların her biri birer saçmalıktan, sağlaması hayat olan bir karşıtlıkta hastalıktan başka bir anlam taşımıyor. Adı “uzaktan” olanın kendi yakın olabilir mi? Sıfatı uzak olanın kendi içimize nüfuz edebilir mi? İçimize nüfuz etme becerisi göstermeyenin kanımıza karışıp karakterimizi güçlendireceğini ummak ne büyük saflık…