Kapı
Kapılar içeri girmek için önümüze çıkar. Çıkmak için de kapıları kullanırız. Bir kapıdan girmenin mutluluğu tarifsizdir. Mecazî olduğu kadar hakikî yönü de vardır bu durumun.
Kapılar, sabırlı olmayı öğretir, beklersiniz ve içeri girersiniz. İçeride olmak ne getirir, bu bilinmez. Dışarıda kalmak cazibeli görünse de insanı yalnızlaştırır.
İnsanın önünde sürekli bir kapı vardır. Bir de öyle bir kapı vardır ki o kapıyı herkes açamaz. O kapı, “gönül kapısı”dır. Gönül kapısından girmek için yanmak gerekir. Varlığınızı yakıp, kül etmeden oradan giremezsiniz. Sıkışır kalırsınız. Yaşadığımız dram biraz da budur. Yanmadan girmeye zorlamak veya yanmayanları içeri almak. Şimdi soralım kendimize: “Biz içeride miyiz, dışarıda mı?”
İçeride olmanın şartlarına herkes uyabilir mi, bunu bilemiyorum. İçeride olmak terk etmektir. Dünya dışarıdır. Bunu geç öğrendim ama dünyanın dışarı olduğuna inancım gittikçe artıyor. Dışarıda kalma korkusundan daha çok içeride kalma korkusu sarıyor ruhumuzu. Oysa tam tersi olmalıydı. Değil! İnsanı oynatan, aldatan, topaç gibi çeviren dışarı değil mi?
Ruhumuzu kurtarabilmek ve kapıdan içeri girebilmek için üstümüzdekileri çıkarmamız gerekmiyor muydu? Evet, tüm yükleri boşaltma vakti geldi de geçiyor. Niçin sürekli yükümüzü artırıyoruz? Bunu çözemiyorum. Sürekli daha çok kazanma, daha yüksek mevkilere, makamlara gelmek isteği var. Oysa hepsi kapıdan girerken engel olacak. İçeriye girmek için mani olacak her şeyi içimize alıyoruz. Oysa kapıda sorulmayacak mı? Bir gümrük memurunun bile stresini yaşamak can sıkıcı.
Dışarıda bırakılmak ürkütücü. Ancak herkes dışarının boyalı yüzüne bakarak kendinden geçmiş gibi. Uyanmak zor. Gözü açık ne çok uyuyan var! Öyleyiz, evet. Gözümüz açık uyuyoruz. Çağın büyüsü bu. Herkesi gözü açık uyutmak. Hiç de zor olmuyor. Dışarıyı tiyatro sahnesine, bizleri de birer oyuncuya dönüştüren bu kurguya inanıp içeriyi unutuyoruz.
Kapıyı unuttuk. Kendimizi kapattık. Çoğumuz dışarıdaki hapisteyiz. İdrakimiz zayıflamış, fikrimizde pranga. Biz özgür sanıyoruz kendimizi. Eli kolu serbest dolaşan ama fikri bağlı, zihni işgal, idrakten yoksun dışarı aktörleri dolduruyor sahneyi. Oyun sürüyor. Ruhumuz sürünüyor. Bedenimiz ayakta, içimiz bomboş.
Elbette kapıdan girmek, dışarıyı terk etmek kolay değildir çünkü dışarıda o kadar çok eşyayla insanla bizi cezbeden işlerle yakınlık kurduk ki bunları bırakıp da içeriye girmek kolay değildir. İçeri bize çok uzak gibi dursa da biz girmesek bile bir girdap gibi o bizi çekip alacak. Bundan kaçış mümkün değil! İyisi mi kendimizi dışarıya çok alıştırmamak. Dışarıda bir yabancı gibi durmak. Zaten öyle değil midir, insan dışarıda yabancıdır. Başka ülkelere gidenler için “Dışarı gitti.” denildiği gibi. Bize orada yabancı muamelesi yapmıyorlar mı? Kompleks bir varlık olan insan, nereye ait olduğunu unuttuğunda hep yabancı olarak kalacak. Hep dışarıda kalacak.
Ne olursa olsun, hangi kapı olursa olsun kapının önünde beklemek gerek. Kapıdan belki almayacaklar ama ısrarla o kapıyı çalacağız. Büyük bir inançla o kapının eşiğinde beklemek gerek. Kapının açılması, içimizi dışarıya dökmeye ve sabrımıza bağlı. Gün gelir, kapı açılır ve biz Bâkî gibi sesleniriz: “Kapında dâd umar ey Şâh-ı âdil/Dil-i mecnûnu gör dîvâne geldi”