Kapanmayan yara: Sermaye birikimi
Osmanlı İmparatorluğu’nda Fatih Sultan Mehmed
devrinden itibaren hanedana diğer Türk ailelerin güç kazanıp rakip
oluşturmaması için sadrazamlık makamıma asırlarca devşirmelerin getirildiğini
biliyoruz. İmparatorluk toprakları doğrudan hanedana ait olduğundan ve toprak
sisteminin sahiplik üzerinden değil kullanım hakkı üzerinden dağıtılmasından
ötürü ancak yüksek rütbeli asker ve devlet görevlilerinin ön plana çıkabildiği,
onların da mülkün sahibi değil kullanıcısı olabildiği bir sistemden
bahsediyoruz.
Hanedan mensupları harici kimsenin toprak
sahipliği çerçevesinde alt soylarına geçirebileceği bir zenginliğe ulaşamadığı,
ancak görevde olan yüksek rütbeli asker ve devlet adamlarının kullanım hakkı
çerçevesinde bir zenginlik oluşabildiği, onu da alt soylarına biriktirilebilir
ve büyütülebilir şekilde aktaramadığı, aktarsa dahi çoğu gayrimüslim olan
devşirmelerin Osmanlı topraklarında güçlü bir aile oluşturmalarının mümkün
olmamasından ötürü kalıcı bir sermaye birikiminin ortaya çıkamadığı bir denklem
düşünün.
Batı’da, özellikle de Fransa ve Almanya’da bu
toprak sahipliği üzerinden oluşan ve asırlar sonra bu ülkelerdeki iktisadi
devrimlerde ciddi rol oynayan, bahsi geçen sermaye birikimi Osmanlı’nın o
dönemin şartlarında makul gözüken, 19.yüzyılın ortalarına kadar devam eden ve
sonunda ülkeyi başta sanayi devrimi olmak üzere dünyanın kabuk değiştirdiği
dönemlerde çok zayıf bırakan bu uygulaması yüzünden bizim topraklarımızda
oluşamadı…
Toprak sahipliği merkezli oluşturulamayan bu
sermaye birikimi ticaretle de oluşturulamadı. Yine aynı düşünce çerçevesinde
sarraflık ve uluslararası ticaret Ermenilere, Levantenlere ve Yahudilere
bırakıldı. Ülkenin kaderini değiştirecek kadar önemli olan bu alanda Türkler
varlık gösteremediler. Uzak tutuldular. Hasılı İngiltere ve Hollanda da ticaret
ve sarraflıktaki gelişmelerle oluşan sermaye birikimi de bu topraklarda Türkler
lehine oluşmadı. Yine başta sanayi devrimi olmak üzere dünyanın kabuk
değiştirdiği dönemlerde çok zayıf kaldık.
Sermaye birikimi oluşmadığından teknolojiden,
bilimden ve daha nice gereklilik ve yenilikten uzak kalan imparatorluğumuzu
paramparça edip bizi bir dönmesi imkansız olan bir lige attılar. Öyle bir yere
düştük ki durumumuzun en net pozisyonu İzmir İktisat Kongresi’nde ortaya çıktı.
Ülkeyi yeni baştan kurmak ve yeni bir iktisadi düzenin tesisinde rol almak için
hazır tek bir sermaye sahibi aile yoktu. Mecburen devlet kolları sıvadı. Hal
böyle olunca da yeni cumhuriyetin ekonomisini, kaynaklarının paylaşımını ve
dolayısıyla siyasetini belirleyecek klikler oluştu. Bu kliklerin hataları ve
dünyadaki tüm gelişmelere rağmen bu imtiyazı çağ dışı şekilde ellerinde tutma
arzuları yüzünden ülke krizler ve darbeler ülkesine dönüştü. Makas değiştirmek
ve farklı bir kompozisyon oluşturmak için her iktidar sermaye birikimine sahip
aileler oluşturmak için çabaladı. Fakat on yılda bir karşılaşılan darbeler
sebebiyle bu kadar kısa zaman aralıklarında katma değer üretecek derecede büyük
sermayelere sahip ailelerin oluşması mümkün değildi. En hızlı gelişim
gösterilen alanlara inşaat-taahhüt işlerine yönelindi. Ne yazık ki çok partili
hayattan sonra desteklenen ailelerin %5 denecek kadar azı 2000 yılına kadar
ayakta kalabildi. Ayakta kalanların da çoğu sanayi-ticaret erbabıydı.
İnşaat-taahhütle hızla büyütülenlerin hiçbiri üç nesil ayakta kalamadı. Zaman
ve kaynak israfı oldular. Yakaladıkları fırsatı sanayide var olmaya katma
değerli ürün üretmeye kanalize edemediler.
Dolayısıyla 2000’li yılların başına kadar
süren ve ülkemizin 50 yılında ekonomi planlarında yer alan ithal ikameci
politikalar hep başarısız oldu. Yeterli sermayenin olmayışı sebebiyle tekniğe,
bilime, ilerlemeye uzak kaldık. Uzun vadeli ve yatırıma kanalize edilecek dış
borçlara ihtiyaç duyduk. Ülkenin dış politikası duruşu nedeniyle hep Batı’dan
bekledik. Hiçbir zaman yeterli derecede bulamadık. Aldığımız diğer borçlar da
çoğu zaman yaralara derman olmak yerine iç siyasetteki karışıklıklar nedeniyle
başımıza bela oldu. Enteresan bir cenderenin içinde yıllarca debelenip durduk.
Bugün ise durum çok farklı. 2000’li yıllarla
beraber Batı’nın yaşadığı problemlerden ötürü gelişmekte olan ülkelere akan
sermayeden faydalanıp gerçekleştirdiğimiz müthiş altyapı çalışmalarıyla Türkiye
bambaşka bir noktaya geldi. Değişen dış politika ile ülkeye yatırım yapanların
çeşitliliği arttı. Bir çok kritik sanayi sektöründe önemli ilerlemelere sebep
olan teknik bilgi elde edildi ve inovasyon çalışması gerçekleştirildi.
İnsanımızın iktisadi meselelere bakış açısı değişti. Bir sürü problemimizin
varlığı arasında ortaya çıkan bu gelişmeler ülkemiz adına büyük atılımların
hayata geçmesine neden oldu.
Tüm bunlarla beraber dünya çapında yaşanan ve
yakın geleceğimizde için küresel nizamın değişeceğinin habercisi olan olaylar,
ülkemizin gelişim hızını maksimuma çeken sermayenin kendi topraklarına
dönmesine neden oldu. Türkiye yine aynı kanayan yarası ile karşılaştı: Sermaye
Birikimi…
Bahsettiğimiz tarihsel karşılaştırmalar
çerçevesinde, Türkiye Cumhuriyeti babasından kendisine maddi anlamda zorluklarla
beraber büyük bir nam, itibar, onur ve potansiyel miras kalan son derece zeki,
çalışkan ve cesur bir gence benziyor. Babasından çok daha güçlü ve etkili
olması için ihtiyacı olan en önemli şey sermaye. Onu kazanmanın yolu sabırla,
disiplinle, zekice bilimin ışığında çalışıp başka kimselerde olmayan katma
değerli ürünler üretmekten ve bunu gerçekleştirecek insan kaynağını en iyi
şekilde eğitip yetiştirmekten geçiyor.
Aksi takdirde bizi başımızı bir kere dahi
olsun kaldıramamamız için attıkları bu alt ligden, bizi buraya atanların
yardımı ya da yönlendirmesi ile çıkmaya çalışmayı hayal etmek en büyük saflık
olur. Bizim ekonomiden siyasete her şeyde artık bizim maddi kaynaklarımıza,
bizim insan kaynağımıza, bizim sosyolojimize ve bizim tarihimize yani
mirasımıza göre plan yapmamız, yeni formüller üretmemiz lazım. Başkasının yol
tarifi ile Türkiye 2000’li yıllara kadar aynı yerde dolanıp durdu. Dünya
değişip gelişirken hep kaybetti. Şimdi yine onların yöntemlerine dönüp dejavu
yaşamak bana hiç makul gelmiyor…