Kapalıçarşı, Osmanlı Medeniyeti'nin kalbidir
Çarşı, dünyadaki
birçok benzerinin yanında değişik bir özelliğe de sahiptir. Özel olarak
Kapalıçarşı aynı zamanda çok yönlü ve etkin bir küresel rekabetin kuralları
içinde çalışan büyük bir mekanizmanın adıdır.
İnşa edildiği tarihten bu yana Kapalıçarşı ve çevresi uzun zaman Akdeniz
çevresindeki en büyük ekonomik etkinlik ortamı olmuştur. Deniz ve kara
yollarının kesiştiği İstanbul’da yoğun bir ticarî faaliyete sahne olan
Kapalıçarşı, her zaman devletle ilişki içindeydi. Diğer bir ifadeyle, “bedesten”
devlet-esnaf ilişkisinde yarı resmî bir ticaret kuruluşu gibiydi.
Evliya Çelebi 16. yüzyıldaki Çarşı’yı yani Bedesten’i şöyle anlatır: “Bütün
sefere gidenlerin, vezirlerin ve a’yânın malları buradadır ki, yer altında nice
yüz demir kapılı mahzenleri vardır…İstanbul’un kalabalık ve seçme yerinde,
Osmanoğulları’nın büyük hazinesidir.”
Kapalıçarşı’nın inşası 1453 yılında İstanbul’un alınmasından sonra doğal
olarak burada yeni bir “Osmanlı ürün kimliği” oluşturulması ve bu kimliğin
öncelikle seçkin bir çevre içinde “öncü eserlere dönüştürme” çalışmaları
da başlatılmıştı. Büyük Çarşı; devasa bir tasarım, eğitim ve üretim merkezi
olmasının yanında büyük bir “gücün simgesi”ydi.
Bu bağlamda; yeni bir başkentte rekabet sağlayacak güvenli bir üretimi
sağlamak, ekonomiyi düzenlemek ve bir güç; yeni bir kimlik; küresel rekabet
için yeni bir ürün; yeni bir felsefe oluşturmak Kapalıçarşı’nın temelinin
atılmasındaki en önemli sebeplerdir. Yani İstanbul’un maddi fethinin yanında
mânâ fethi için atılan önemli temellerden birisi de Kapalıçarşı’nın inşaa ve
ihya edilmesidir. Nitekim fetihten hemen sonra, Fatih Sultan Mehmed’in kent
içinde çarşı, han, dükkân, hamam, cami yapılmasını emrettiği belgelerden
izlenir.
Başlangıçta Fatih Sultan Mehmed de, 1114 dükkân vakfetmişti. Bu sayı
İstanbul’daki toplamın yüzde 10’u kadardı. Bu dönemde kurulan dükkânların yüzde
76’sı ise Bedesten bölgesindeydi. Kısaca burası Osmanlı Devleti’nin bir tür “özel
bölgesi” olarak özenle tanımlanıp biçimlendirilmişti. Bu ilginç ve doğal iş
ise o tarihlerde adı duyulmaya başlayan “ehl-i hıref” üstatlarının
dâhiyane buluşları ile yapılacaktı.
Osmanlı Devleti’nin her zaman bu yeni kimliği taşıyan ve genel bir tasarım
olarak ortaya çıkan yapıları, köşkleri, çadırları, otağları ve çarpıcı
mekânları ile hatta en küçük ürünleri hep bu üstatların hünerli elleriyle
yapılmaya başlanmıştı.
Osmanlı Devleti’nin ilk tasarım politikaları örgütü olarak ehl-i hıref
İstanbul’un alınması ile birlikte Osmanlı Devleti’nde kullanılmaya başlanan “ehl-i
hıref” tabiri, sanat ve beceri gerektiren iş ve meslek erbabına verilen
isimdir. Bir anlamda devletin resmî tasarımcı kadrosu olan “ehl-i hıref” bir
topluluk olarak tanımlanmıştır.
Bu öncü ve güçlü kaynak, bir yandan “devşirme” ve “pencik
oğlanlar” yani Osmanlı ordusunda asker olarak yetiştirilmek üzere savaş
tutsaklarından beşte bir oranda seçilen acemilerden, sanat ve hırfete istidatlı
olanlar arasından sağlanırdı.
Öte yandan “ehl-i hıref”, “kapıkulu halkı” (devşirme ile
toplanan gayrimüslim çocuklar, Türk-İslâm kültürü alarak yetiştirildikten sonra
Acemi Oğlanlar Ocağı’na, oradan da Yeniçeri Ocağı’na alınırdı) olduğu için
ayrıca orduya bağlıydı. Bu nedenle zaman zaman orduya tayin edilerek
görevlerini ordu içinde yaparlardı.
Ehl-i hıref ve bir tür tasarım sergisi olarak Topkapı Sarayı İstanbul’da
Topkapı Sarayı’na yönelik olarak gelişen yeni ürün tasarımları, sonuçta Saray’ı
sadece bir devletin yönetildiği merkez değil, bir tür “öncü tasarımlar
sergisi” durumuna dönüştürmüştü. Elbette bu önemli iş Saray’a bağlı ehl-i
hıref topluluğu ile Çarşı arasındaki işbirliğinin bir sonucudur.
Mesela, Hattat, Nakkaş, Kündekâr, Hakkâk, Kuyumcu, Okçu, Yaycı, Kılıççı, Kürkçü
ve daha bir çok mesleği icra eden ustalar sıradan “üretilmiş ürünlere”
değil, “yeni ürün” düşüncesinden hareketle nâdide ve öncü tasarımlara
yani “hünerli tasarımlar” yaparak doğrudan padişahın takdirine sunulacak
öncü ürünleri tasarlıyordu. Geliştirdikleri “tek” ve öncü nitelikteki
ürünleri, tıpkı günümüzdeki araştırma-geliştirme kurumlarında olduğu gibi üst
düzey yöneticilere sunarak, başarıları nispetinde para ve statü kazanıyorlardı.
Ehl-i hırefin tasarımını yaptığı eserler, Topkapı Sarayı tarafından
onaylandıktan sonra kamuoyuna bazen bir mücevher, bazen bir çini, bazen bir
halı veya kumaş, bazen de ayakkabı olarak sunuluyordu. Bu noktada devreye giren
Kapalıçarşı ise Saray’ın beğenisini kazanmış eserleri sürekli bir sanayi ve
ticaret sergisi olarak kamuoyuna ürün olarak arz etme rolünü oynuyordu. Bu
nedenle Kapalıçarşı mücevher sanatı dün olduğu gibi bugün de ince el işçiliği
yüzyıllar boyunca büyük bir rekabet gücü elde etmiş, çok karmaşık bir tasarım
ve üretim deneylerinden yararlanarak oluşan bir tür merkez hâline dönüşmüştür.
AHÎLİK İLKELERİ, LONCA VE GEDİK DÜZENİ
Osmanlı İmparatorluğu’nda tasarım ve üretim ilkelerinin biçimlendirildiği
Kapalıçarşı’da faaliyet gösteren esnaf zaman içinde birkaç aşama
geçirmişti. İlk aşamada Osmanlı’nın kuruluş döneminde esnaf hayatına
yön veren Ahîlik ilkeleri yer alır. Ağırlıklı olarak 16. yüzyıla kadar
devam eden bu kültürün günümüzde de Kapalıçarşı’da izlerini görmek mümkündür.
İstanbul’un önemli nitelikli esnafı, zanaatkârı ve tüccarı, önce
Kapalıçarşı’nın merkezine yerleşmiş, diğer üretim ve ticaret unsurları da bu
merkezin çevresinde halkalar biçiminde gelişmiştir.
1520 yılında Çarşı’daki dükkân sayısı sadece 917 adeti bulurken,
buradaki zanaatkârların yüzde 83’ü Türk, yüzde 14’ü
gayrimüslim ve yüzde 3’ü de yabancıydı. Osmanlı
ülkesinde her isteyenin istediği yerde iş kurma ve bunu sürdürme hakkı yoktu.
Bir yerde belirli bir üretim yapma hakkını elde etmek ve bunun sağladığı
haklardan yararlanmak için “gedik” düzeninin kesin kuralları
uygulanırdı. Bu düzen içinde yabancılar yer almazdı. Bu kurallar, “kanun
niteliğindeki padişah fermanları, hükümler, esnaf defterleri, mahkeme
kararları” ile yazılı ve kesin olarak belirlenirdi. Osmanlı İmparatorluğu’nda
“sanat ve sanayi demek, öncelikle ülke ihtiyacını ülke içinden karşılamak”
demekti.
Lonca ve daha sonra ortaya çıkacak gedik düzeninde, “sanat”
herkesin yapabileceği bir şey değildi ve “büyük üstatlardan öğrenilen bir
marifet” olarak kabul edilirdi. Bu amaçla, “gedik” düzeni içinde “nâzırlar”,
“kethüdalar”, “yiğitbaşılar” (esnaf loncasında şeyhlerden sonra
gelen ve kararları uygulayan), “duacılar” ve “sâhib-i kârhane”
(işyeri sahibi) olan “ustalar” vardı.
Böyle bir düzende ürünlerin en üst düzeyde denetlenmesi demek, bugünkü
anlamıyla “devletin ürün kimliğini ve standartlarını” koruması anlamına
da geliyordu.
SANAYİ DEVRİMİ SONRASI KAPALIÇARŞI’DA İŞLER ZORA GİRDİ
1808 yılında tahta çıkan ve 1826’da Yeniçeri Ocağı’nı kapatarak
imparatorluk tarihinde yeni bir dönem açan Sultan 2. Mahmud devrinde,
Sanayi Devrimi’nin Osmanlı İmparatorluğu’ndaki en önemli yansımaları hayata
geçmeye başlamıştı. O tarihler Osmanlı İmparatorluğu’nun en çalkantılı
dönemlerinden birisiydi. Ancak Sultan 2. Mahmud zorluklara rağmen başlattığı
yenilik girişimlerini büyük bir cesaretle sürdürmüştü. Yapılacak yenilikle
öncelikle askeri alanda olmak üzere, eski üretim ve yönetim düzeninin tümüyle
değiştirilmesi amaçlanmıştı. Bu çarpıcı değişimlerle bağlantılı olarak
Kapalıçarşı ve çevresindeki üretimde de yeni bir döneme girmeye başlıyordu.
Osmanlı İmparatorluğu’nun sanayi için yaptığı yatırım harcamaları bütçe
içinde önemli bir yere sahipti ve bu durum aynı zamanda devletin sanayileşme
konusundaki desteğinin bir göstergesiydi.
Kapalıçarşı’daki geleneksel düzene karşı, benzer işleri yapan devlet çok
önemli yatırımlar yapıyordu. Ama bu önemli işin piyasa ucunda daima Kapalıçarşı
vardı. Gedik düzeninin kaldırılması ve Kapalıçarşı çevresinde devam eden
gelenekler, 1850’li yıllara kadar kendi içinde geliştirdiği eski düzenin kesin
kurallarıyla çalışmıştı.
ÇARŞI DÜZENİNDE ÇEVRECİLİK ÖNEMLİ BİR YERE SAHİPTİ
Geleneksel düzene göre, çarşı ve cami çevresinde kitapçılar, ciltçiler,
deri eşya satıcıları yer alırdı. Çevreye doğru ise çilingirler, bakırcılar,
demirciler, dokumacılar, marangozlar gibi teknik konulardaki üreticiler
yayılırdı.
Kentin sur kapısına yakın yerlerde ise saraçlar, arabacılar ve at ahırları
yerleşirdi. En dış halkada ise çevreyi kirleten tabakhane, boyahane ve
çömlekçiler gibi üreticiler yer alırdı. Şehrin ortası kıymetli olduğundan
çevreyi kirletme potansiyeline sahip işler merkezden uzak yerlerde icra
edilirdi.
1860’lı yıllarda Sanayi Devrimi’nin etkileri iyiden iyiye Osmanlı
İmparatorluğu’nda hissedilmeye başlamıştı. Kısaca çevresinde gelişen yeni
sanayi ve ticaret düzeni, geleneksel Kapalıçarşı üretimini yavaş yavaş bir
müzeye doğru dönüştürmeye başlıyordu.
SERGİ-İ UMÛMÎ-İ OSMANÎ VE SULTANAHMET SANAYİ MEKTEBİ
Kapalıçarşı geleneğini yeni sanayi konusunda ilk kez ciddi şekilde uyaran
sergi, 1863 yılında Sultanahmet Meydanı’nda Sergi-i Umûmî-i Osmanî adıyla
açılmıştı. Serginin amacı, öncelikle 1851 Londra ve 1855 Paris Sergileri’nde
karşılaşılan yenilikleri ülkeye taşımak, ayrıca Osmanlı İmparatorluğu’nun
çeşitli bölgelerinde bir süreden beri devletin ve özel kesimin öncülüğünde
gelişmeye başlayan sanayi ürünlerini bir araya getirmekti. Serginin açıldığı
yer de çok anlamlıydı. Sergi binası, Topkapı Sarayı ile Kapalıçarşı arasındaki
ana yolun ortasında Sultanahmet Meydanı’nda inşa edilmişti.
1863 yılında Sultanahmet Meydanı’nda açılan serginin devamı olarak yine
meydana bakan bir binada Sanayi Mektebi açılarak önemli bir girişime imza
atılmıştı. Bu da çok önemli bir girişimdi. Çünkü Osmanlı İmparatorluğu’nda
teknik eleman ihtiyacı yüzlerce yıldan beri lonca teşkilâtı içerisine küçük
yaşta alınan çocukların yetiştirilmesiyle sağlanırdı.
Topkapı Sarayı ile Kapalıçarşı arasındaki işbirliğiyle oluşturulan “ehl-i
hıref”, 1863 yılında açılan sanayi sergisinin yanı başında yeniden biçimlendirilmeye
çalışılıyordu.
Sanayi koşullarına uygun teknik eleman yetiştirmek amacıyla yapılan ikinci
ciddi girişim 1867 yılında İstanbul Sanayi Mektebi adı altında
başlatılmıştı. Okulda, derslik ve atölyelerin yanı sıra bir de “fabrika”
kurulmuştu.
ÇARŞI ESNAFI ZİYARETÇİLERİN CEPLERİNİ BOŞALTTIRIYOR
Zamana ayak uydurma adına gerçekleşen girişimlere rağmen Kapalıçarşı,
1870’lerde yavaş yavaş dev boyutlu bir antikacı görüntüsü almaya başlamıştı.
Batılılara masallarda, efsanelerde anlatılan egzotik Doğu manzaraları sunan
değişim 1870’lerde Kapalıçarşı’yı ziyaret eden İtalyan
romancı, öykü yazarı ve şair Edmondo De Amicis tarafından
şöyle dile getirilir: “Kapalıçarşı denen o dünyaca ünlü, ezeli ve ebedi
panayırı, harikalar, hazineler ve tarih hâtıralarıyla dolu o gizli ve loş şehri
görmek zamanıdır… Çarşıdan çok, tarif olunmaz bir hayranlık ve korku hissi
uyandıran, düşünceyi tarihe ve efsanelere sürükleyen hâtıralarla ve hayallerle
dolu, içinden hazineler taşan bir müzedir… Büyük çarşıların bir çeşit minyatürü
olan bu kusursuz eskici dükkânları büyük bir merakla seyredilir, ama çok
tehlikelidir. Çünkü en eli sıkılara bile cebini boşalttıracak tuhaf mı tuhaf,
nadide mi nadide şeylerle doludur…”
Edmondo De Amicis’in, karmaşık görünen fakat gerçekte bir düzeni olan
çarşıya yönelik ifadeleri durumu özetler niteliktedir: “Her türlü malın
küçük bir mahallesi, küçük bir sokağı, küçük bir koridoru ve küçük bir meydanı
vardır. Bunlar, büyük bir evin salonları gibi, birinden ötekine geçilen birçok
küçük çarşıdır ve her çarşı içinde kahve içilen, serin serin oturulan, on dilde
sohbet edilen bir yerdir...”
1886 YILI BELGELERİNDE KAPALIÇARŞI’NIN ENVANTERİ
Târîh-i Osmânî Encümeni kurucularından Efdaleddin Tekiner,
Büyük Çarşı’nın topografyası ile değişik esnafa tahsis edilmiş sokaklarını ve
kapılarını 1886 tarihli bir belgeye dayanarak makale konusu yapmış; Büyük
Çarşı’da iki bedesten, 4399 dükkân, 2195 oda ve hücre, bir hamam, 497 dolap, on
iki hazine odası, bir cami, on mescid (Bodrum Hanı, Merdivenli, Esirci,
İmameli, Terlikçiler Mescidi bunlardan bazıları olup ya yıkılmış ya da
satılarak ticarethaneye çevrilmiş), iki şadırvan, bir sebil, on altı çeşme
(Kalpakçılar Caddesi ile Sipahi Sokağı köşesini süsleyen üç cepheli,
barok üslûptaki mermer çeşme ise şehrin güzel sanat eserlerinden biridir. Büyük
Çarşı’nın sebili Mercan Kapısı’nda ayakkabıcılar ile köseleciler arasında
bulunmaktadır), sekiz tulumbalı kuyu, bir türbe, yetmiş üç zevak (?), yirmi
dört han ve bir mektep bulunduğunu ifade etmiştir.
*
1890’larda İstanbul’a sanat eserlerinin dekorasyonu ve restorasyonu için
davet edilen Fransız mozaikçisi ve ressamı Pretextat Lecomte İstanbul’u
gezdikten sonra, Kapalıçarşı’daki cevahircileri ve “sert taş hakkâkları”nı
şöyle yorumlar, “İşin aslı şudur: Türk sanatkârı müşterisini ve kendini
tatmin etmek için çalışır, halkı değil. Sert taş hakkâkları İstanbul’da Beyazıt
Camii yakınındaki bir sokaktadır. Ancak şunu da kabul etmek gerekir ki,
ellerinde basit imkânlara kıyasla, Türk hakkâklarının başarısı yabana atılmaz.
Şurası muhakkaktır ki, hiç bir metod eski imalattaki karışıklık ve tesadüflerin
ahengiyle boy ölçüşemez... Şarklı, iç dünyasında yaşar, zihninde, sihirli bir
kaleydoskop gibi tablolar ve kişiler döner dolaşır; kendisi onları seyreder
sadece... Bu sebepten dolayıdır ki Şark ve Garp sanatları çok farklıdır.”
Bütün yaşanan gelişmeler ve Kapalıçarşı çevresinde oluşturulan büyük bir
bilgi birikimi kısa bir süre sonra yepyeni bir organizasyon türü olan “oda”
düşüncesini beslemiş ve sonuçta ilk kez “Ticaret Odası” kurma girişimi
başlatılmıştı. Bu amaçla daha 1876 yılında Osmanlı Devleti’nde böylesi işleri
düzenlemek amacıyla Ticaret ve Ziraat Meclisi kurulmuş, ancak yapılan
çalışmalar verimli olmamıştı. Meclis-i Mahsûs’un İstanbul’da bir
Ticaret Odası kurulması teklifi 19 Ocak 1880 tarihinde Sultan 2. Abdülhamid
tarafından onaylanmıştı. Böylece Osmanlı topraklarında ilk kez
yerli bir ticaret odası tesis edilmiş oluyordu. Bundan sonra örgütlenme
süreci tamamlanmış ve 1882 yılında “Dersaadet (İstanbul) Ticaret Odası”
faaliyete başlamıştır.
BEDESTEN, BANKALAR YOKKEN İSTANBUL’UN EMNİYET SANDIĞIYDI
1883-1951 yılları arasında yaşayan şair, yazar ve gazeteci Nurettin
Rüştü Büngül’ün işlettiği antika mağazası, zamanın ileri gelen fikir ve
sanat adamlarının buluşma yeriydi. Büngül, Kapalıçarşı’nın eski günlerini
kısaca şöyle anlatır:
“Eskiden büyük kefaletler burada yapılır ve hükümetçe muteber tüccar burada
bulunurmuş. Oluşturdukları ‘Orta Sandığı’ndan esnafın muhtaç olanlarının
cenazesine ve tellâlların hastalığına ve birçok hayır işine paralar
dağıtırlarmış. Bedesten’de gerçekten zenginler yetişmiş, hükümetçe muteber olan
on yük yani bir milyon akçesi olan kefiller ortaya çıkmış. Kefiller,
ancak Bedestenli olursa kabul edilebilirmiş.
Bedesten, bankalar yokken İstanbul’un emniyet sandığı idi. Bütün İstanbul
halkı ağzı mühürlü sandıklarını, kasalarını buraya koyar ve karşılığında
kargacık burgacık bir makbuz alarak bırakıp giderdi. Sahibi geldiği zaman bir
bölükbaşının gözetimi altında mahzene, yani sandığın konduğu yere gidilirdi.
Bölükbaşı uzakta durur, emanet sahibi sandığından alacağını alır, koyacağını
koyar ve mühürledikten sonra bölükbaşına gösterirdi. Onlar yalnız mührün bozulmasından
sorumlu tutulurdu.
Dünya kadar mal, altın, mücevherat burada yüzyıllarca korunduğu halde,
tarihte hiçbir hırsızlık ve hatta yangın olayı yaşanmamıştı. Gerek eşya
korunması ve gerek tellaliye ücretinden yüzde 20’si bekçibaşı denilen ‘başmuhafız’a
ait olup kalanı diğer on bir bölükbaşı arasında bölünürdü...”
TİCARETİN ATARDAMARI KAPALIÇARŞI’NIN ÖLÜM FERMANI
Osmanlı İmparatorluğu, 1. Dünya Savaşı’na Almanya’nın yanında yer alarak
girmiş ve savaştan büyük kayıplara uğrayarak çıkmıştı. Ülke, 1914-1918 yılları
arasında bütünüyle bir savaş ortamı ve gerçeği ile karşı karşıya kalmıştı.
Bütün kaynaklar kullanılmış, savaşla birlikte ülke ekonomisi dışarıya kapanmış,
daha önceleri dış ülkelerden getirilen bütün ürünler Anadolu içinden sağlanmaya
başlanmıştı. Savaş şartları yüzünden bazı fabrikalar kapanırken bazıları da
askerî amaçlar için kullanılıyordu.
Bu koşullar altında Kapalıçarşı açısından da yeni bir durum ortaya
çıkmıştı. Çünkü Sandal Bedesteni 1914 yılında Belediye tarafından
kamulaştırılarak, müzayede mekânı olarak kullanılmaya başlanmıştı. Bu
değişiklik aynı zamanda yüzlerce yıllık bir çarşının yeni bir döneme girdiğini
gösteriyordu.
20. yüzyıla gelindiğinde Kapalıçarşı 1950’li yılların ekonomik büyüme
devresinden etkilenmiştir. 1960’lı yıllarda Kapalıçarşı, İstanbul’un
merkezî çarşısı olmaya devam eder. 1980’lere gelindiğinde ise ekonomideki
değişimler kentte alt merkezlerin ve yeni satış mekânlarının ortaya çıkmasına
neden olmuştur. Gelişen süreçte kişilerin tüketim eğilimleri de farklılaşma
göstermiştir. Çarşı yeni merkezlere yönelme başlamış ve çarşı tüm
ihtiyaçların karşılandığı ilk ve tek yer olma özelliğini kaybetmiştir.
ALTIN VE GÜMÜŞ TİCARETİNİN KALBİ KAPALIÇARŞI’DA ATIYOR
Çarşı’da bugün birbirinden farklı meslek grupları yer almaktadır. Kuyumcular
bu meslek grupları arasında ön plana çıkmaktadır. Çarşıda bulunan esnaf
kuyumculuktan başka, aktarlık, antikacılık, ayakkabıcılık, bakırcılık,
çantacılık, dericilik, sarraflık, gümüş takı ve eşya, halıcılık, hediyelik
eşya, geleneksel İslâm ve Türk sanatları, kumaşçılık, çinicilik, nümizmatik,
şekerleme ve tekstil alanlarında faaliyet göstermektedir.
Günümüzde Kapalıçarşı’nın içindeki hanlar, küçük ölçekli ürünlerin, halı,
kilim, bakır, pirinç, gümüş benzeri eşyaların üretim ve tamirlerinin yapıldığı yerler
olarak kullanılmaktadır.
Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) verilerine göre, Türkiye’de
altın sektöründe çalışanların toplam sayısı 260 bin civarındadır. Bu
sayının 1/3’ü Kapalıçarşı’daydı. Çarşı içinde dört, yakın civarda kümelenen
on iki banka, “altın kredisi” başta olmak üzere çeşitli bankacılık
işlemleri yapıyorlardı. Yılda 400 ton altın, 200 ton gümüş işleme kapasitesi
olan Kapalıçarşı dünyada bu işin merkezi olan İtalya’ya benziyordu.
Bahçelievler ilçesinde kurulan Kuyumcukent’le birlikte altın ve gümüş
alanında imalat ve üretimin yüzde 80’i Kapalıçarşı ile ilişkili olarak
Kuyumcukent’te gerçekleşmektedir. Kapalıçarşı içinde ve etrafında
bulunan daha küçük ölçekli işletmelerde ise daha ziyade cila, mıhlama ve
tamirat gibi el işçiliğine bağlı faaliyetler söz konusudur.
Üretim merkezlerini Kapalıçarşı’dan Kuyumcukent’e
taşıyan büyük firmalar, Çarşı içinde irtibat büroları bulundurmaktadır. Bununla
beraber altın, değerli madenler ve döviz piyasası başta olmak üzere ekonominin
kalbi burada atmaya devam etmekte, Anadolu ile yapılan ticaretin ve yurtdışına
yapılan ihracatın bir kısmı Kapalıçarşı’dan gerçekleştirilmektedir.
Ayrıca Türkiye seri üretimde dünya sıralamasında ilk üçtedir. 2018 yılı
itibariyle 4,5 milyar dolar ihracat gerçekleştiren kuyumculuk sektörü 2019 yılı
içinde 5 milyar dolar gibi ciddi bir ihracat rakamına ulaşmıştır. 2020
yılında yeni tip Koronavirüs (Kovid-19) pandemisinin oluşturduğu etkiyle 2019
yılına oranla yüzde 8,41 düşüş yaşanmıştır. Bütün bu başarının altında
ise yüzlerce yıllık birikimi ve tecrübesiyle Kapalıçarşı markasının büyük payı
vardır.
ÇARŞI YILDA ORTALAMA 90 MİLYON ZİYARETÇİ AĞIRLIYOR
Her şeye rağmen Kapalıçarşı dünyada turistik açıdan en fazla ilgi gören
mekânların başında gelmektedir. Yılda yerli ve yabancı 90 milyondan fazla kişi
Kapalıçarşı’yı ziyaret etmektedir. Günlük ortalama 250 bin ziyaretçisi
bulunan çarşıda 30 bin çalışan bulunmaktadır. Pazar günleri kapalı
olan Çarşı ile toptan ticaretin yaygın olarak bulunduğu Hanlar Bölgesi haftanın
diğer günlerinde yoğun bir kullanıma sahiptir.
Kapalıçarşı ve Hanlar Bölgesi’nin kullanım yoğunluğu açısından gece ve
gündüz arasında büyük bir fark bulunmaktadır. Bölgede gündüz kullanımın çok
yoğun olmasına karşın gece kullanımı azdır. Mesela İstanbul’da ilk
kahvehanelerin açıldığı yer olan Tahtakale’de son sayımlara göre sadece
15 kişi ikamet etmektedir.
RESTORASYON ÇALIŞMALARI YAVAŞ DA OLSA SÜRÜYOR
İstanbul’da Fatih ilçesinde Beyazıt, Molla Fenari ve Taya Hatun Mahalleleri
sınırları içinde bulunan ve 2 adet bedestenden oluşan Kapalıçarşı’da 3285
dükkân, 24 han, bir cami, iki mescit, yedi çeşme, bir şadırvan, bir kırâathâne,
beş lokanta, dört kafeterya faaliyet göstermektedir. Çarşı, Kapalıçarşı Kat
Malikleri tarafından oluşturulan Yönetim Kurulu tarafından yönetilmektedir.
Genel kurul tarafından seçilen ve 9 kişiden oluşan kurulda İstanbul Valiliği,
İstanbul Büyükşehir Belediyesi, Fatih Belediyesi ve Vakıflar Bölge Müdürlüğü de
birer üye ile temsil edilmektedir.
Kapalıçarşı Esnafları ve Kapalıçarşı Yönetim Kurulu Başkanı Fatih Kurtulmuş
ile İstanbul Valisi Ali Yerlikaya ve Fatih Belediye
Başkanı Mehmet Ergün Turan ile beraber;
Kapalıçarşı'nın Beden Duvarlarının ve Sokaklarının Düzenlenmesine İlişkin
protokol imzalandı. Kapalıçarşı'nın alt zemininin, beden duvarlarının ve iç
tavanlarının restore edilmesi için büyük bir restorasyon sürecine girildi.
Çarşı’nın yüzyıllardır bakımı yapılmayan çatısı, Nurosmaniye Camii’nden
Beyazıt’a kadar elden geçti. Çatı, 1 Temmuz itibariyle yerli ve yabancı
turistlerin ziyaretine açıldı.
Restorasyon çalışmalar çarşının kapalı olduğu saatlerde yapılmasına rağmen,
bu devasa yapılar topluğunda gözle gözüken bir şey yok. Yerler, duvarlar ve
tavanlar bir taraftan âdeta metrukluk hissi verirken; diğer taraftan yeniden
doğmayı bekliyor. Restorasyon çalışmalarının 2022’de bitirilmesi hedefleniyor.
DÜNYA MİRASI KAPALIÇARŞI’YA SAHİP ÇIKILMALI
Alanında dünyanın ilk örneklerinden birisi olan Kapalıçarşı, öncelikle bir
ticaret ve alışveriş merkezi olmanın yanı sıra diğer unsurlarla birlikte
düşünüldüğünde kendisine has ayrı bir dünyadır. Adı ve şöhreti sınırları aşmış
olan Çarşı, yaklaşık 560 yıldan beri İstanbul’un orta yerinde şehrin ticaret
hayatına yön vermeye devam etmektedir.
560 yıldır kültür, tarih ve ticaretin harmanlandığı eşsiz bir yer olan
Kapalıçarşı, İstanbul’un, ülkemizin ve dünyanın en önemli simgelerinden
birisidir. Her yönden benzersiz olan bu yapıyı geçmişten kopmadan ileriye
taşımak, gelecek nesillere aktarmak, Kapalıçarşı etrafında toplumda bir bilinç
oluşturmak herkese düşen bir görevdir.
Kapalıçarşı’nın özünü temsil eden, ona ruh veren geleneğin zamanın icapları
da dikkate alınarak yaşatılması gerekir. Geçmişten bize intikal eden
Kapalıçarşı mirasını geleceğe taşımak sorumluluğu, sadece bir kesime değil
toplumun bütününe düşmektedir.
Çarşıya değer katan geleneksel sanatlar, zanaatlar canlandırılarak çarşının
tarihsel dokusu ve değerleri korunmalıdır. Çarşı’ya sonradan ilave edilen
eklentiler temizlenerek yapıların özgün mimarisi ön plana çıkarılmalıdır.
Tarihi Yarımada ve hanlarda var olan ticaretin niteliği değiştirilerek günlük
ihtiyaçların karşılanabileceği yaşanabilir bir mekân haline dönüştürülmesiyle,
“altın yumurtlayan tavuk” hâline getirilebilir.
Turizm açısından çok önemli bir mekân olan Kapalıçarşı ve Hanlar
Bölgesi’nin daha çok tanıtıma ihtiyacı vardır. Buna güzel bir örnek olarak
İstanbul Ticaret Odası Başkanı Şekib Avdagiç’in öncülüğünde; büyük
bir emek ve yoğun gayretin ürünü olarak alanlarında uzman kalemlerin yazdığı
makalelerden oluşan “Geçmişten Geleceğe Kapalıçarşı” eski ve güncel
fotoğraflarla, haritalarla zenginleştirilerek her gün bir parçasını
kaybettiğimiz “medeniyetimizin yitik hazineleri” kayıt altına alınmış.
Prof. Dr. Ali Şükrü Çoruk, Prof. Dr. Önder Küçükerman, Prof. Dr. Semavi Eyice, Y. Mimar Gülay Kurt, Prof. Dr. Arif Bilgin, Prof. Dr. Füsun İstanbullu Dinçer ve Araş. Gör. Eyüp Karayılan, Prof. Dr. Fatma Ürekli, Dr. Olcay Aydemir, Prof. Dr. İsmail E. Erünsal, Prof. Dr. Ahmed Güner Sayar, Araş. Gör. Sevim Güldürmez, Arşiv uzmanı Cevat Ekici, Mehmet Bayram, Zahide Nihan Doğan, Mimar Seda Özen Bilgili ve burada adını zikredemediğimiz alanında söz sahibi bir çok şahsiyetin bilim ve tarih süzgecinde danıtılmış birbirinden kıymetli görüş ve belgenin harmanlandığı eser, “Kapalıçarşı”ya dair geçmişten geleceğe ışık tutuyorlar.