Kanaatler korosunun şiddeti
Herkes kanaat sahibi iken sanatçı kanaat sahibi değildir. Bir sanatçının kanaat sahibi olması için herkes olması gerekir. O herkes değildir. O sanatçıdır.
Sanatçı herkes olmamaya direnen biridir.
Dileyen herkes bu direnci gösterebilir. Fakat bunu herkes dilemez.
Bu cümlelerle sanatçıyı üfleyip bir kenara kaldırmak ve kutsamak filan istemiyorum. Bir zorluğun alıcısı olarak varlığı yüceltmeye çalışmasına saygı besliyorum. Emeğine saygı duruyorum. Ve sadece sanatçının kendi ruhundan üfleyip hayatı bir kenara kaldırdığını söylemek istiyorum. İnsanı da…Bu kaldırmayı-yüceltmeyi kalemle, klavyeyle, fırçayla, bir enstrümanın tuşlarıyla veya kamerasıyla yapar. Ama bir şekilde yapar.
İşte bu tam da onun hayata saygısındandır. Ve insana… Yaşamayı sanat kılma arzusundandır. Herkesi de sanatçı kılma coşkusundan… İnsan kalplerinin, sığ ayaklar altında, saygısız, kaba izdihamla ezilmesini istemeyişinden…
O yüzden o, ezbere tamamıyla unuttuğu asıl anlamını hatırlatır. Ezbere sığ-bozumunu, kışı kıyameti yaşatır. Tekrara gününü gösterir. Kanaat tekrarları korosu sokaklardan, kabarmış damarlar eşliğinde yükselirken, o hep özgün bir solodur. İlla aykırıdır. Aykırı olmak için değil, sıkıcı aynılıktan ve tekrardan kaçındığı için. Hareket noktası ben farklı olayım değil, bir başkasını kopyalayarak onu gereksizliğe mahkum etmemektir, desek yeridir.
Sanatçı ince mi ince bir elektir. Süzgün bir tecrübe. Biraz kızgın çoğu yaşama biçimlerine. Daha çok içerlemiş bir ruh. Gözleri yaşarmadan sözleri akmış, fırçası batmış biri. Toplumsal ağrılardan ve uykusuzluklardan kamerasının migreni tutmuş biri ya da…
“Çağın insanı hiç düşünmüyor veya az düşünüyor” diyen filozof insanlığın düşünmeyişini düşünmüş dert edinmiştir. “Ben düşünüyorum ya hepimize yeter!” diyerek kıymetli azınlık olmaklığa sevinmemiştir. Hem insanlık adına hem de düşünce adına oturup üzülmüştür. Yığma ve ezber kanaatlerin kulaklara yapışıp kaldığı, sağır bir çağın altından yeni düşünceler üreterek kalkmak istemiştir.
Düşünmek ruh almak, ruh vermek arasında bir yerdedir. Belki de gökte… Düşünen her beyin sanatın anne rahmidir. Dıştan bakıldığında düşüneni oturuyor, yan yatıyor, dinleniyor, hatta uyukluyor, yani hareketsiz sanabiliriz. Halbuki o başlı başına bir fiildir. Büyük bir harekettir. Yürümek, adım atmak, koşmak ve uçmaktır. Şüphe ayaklanmaktır. Merak ilerlemek, soru korkmadan karanlığın üstüne yürümek, cevap az bir ışık ve durmaktır. Zihnin; olabilecek bütün hareketleri saklı uzayında, fiziğin az ötesinde gerçekleştirmesidir. Akıl durmak nedir bilmez, hep yürür. En nihayet, olmadı iki, üç, beş yanına kalbi takar ve uçar. Sanatçının zihninde durağanlık ve hareketsizlikle beraber bir o kadar hareketin iç içe geçmişliği vardır. Kendini sayısız dalgalara bölmüş ve enginlikte toplamış bir denizin hallerince…
Düşünmek zihnin emeğidir. Sanatçı zihin; yüklendiği taze fikirleri seçtiği sanatın kendi dilinde yapar. Yükünü insana, oradan da hayata indirmek ister. Fakat çoğu insan kanaatlerin ötesinde yeni bir fikre, küçük köye yeni gelmiş ne idüğü belirsiz bir yabancıya bakar gibi bakar. Tanınmadık fikir, fikir değildir, ahaliye göre. Tanıdık olmasıdır önemli olan. Ezberli zihinler korkuyla birbirini dürter ve bu yeni fikre karşı şüpheli bakışlardan kocaman bir nazar büyütürler. Nazarın terspektifi kuvvetlidir. Yeni fikre hayata ininceye kadar defalarca istedikleri şekillerde takla attırırlar. Bozar ve eskitirler. Kanaatlerine benzetirler. Nüfus kenetlenir ve sokağın korosu başlar. Herkes yine aynı düşünceleri nerdeyse tıpatıp koro halinde seslendirir. Heyecan doruktadır. Yumruklar bile hazırdır.
Aynı tamam. Aynı ses. Aynı hamam. Aynı tas. Aynı hayat. Aynı ölüm.
Sanatçı titrer. O huzurlu bir huzursuzluğa alışıktır. Huzursuz bir huzursuzluğa değil…