Kamusal sorumluluk ve ahlâk
Modern dünya cemaatten cemiyete geçişle karakterize olmaktadır. Tönnies, sosyolojinin klasiği haline gelmiş olan “Cemaat ve Cemiyet” isimli eserinde bu geçişi farklı boyutlarıyla analiz etmektedir.
Burada “cemaat” bugün anlaşılan dar
anlamıyla bir dini grubu ifadelendirmek için kullanılmıyor sadece. Esasen
geleneksel sosyal ağları ve ilişkileri tanımlıyor. Kimi tartışmalarda
insanlığın asıl birlikteliğinin “community” yani topluluk olmasından mülhem
birey temelli cemiyetlerdeki bu ağların değişimi bir sorunsala dönüşmektedir.
Yine sosyolojinin erken zamanlarında
birey ile toplum arasındaki ilişkinin doğası da tartışılmıştır. Saint Simon ve
Durkheim gibi sosyologlar, “birey” kavramına daha negatif biçimde yaklaşmış
görünmektedirler. Özellikle bireyselleşmenin “dayanışma”ya verdiği zarar burada
daha çok gözetilmiş görünmektedir.
Öte yandan cemiyet hayatında birey
ile toplum arasındaki uyuşmanın mahiyeti önem kazanmaktadır. Kimi görüşlerde bireyin
kendi taleplerini yerine getirmesi sonucunda, toplumsal uyumun da sağlanacağı
dile getirilir. Esasen aynı zamanda bir ahlâk felsefecisi de olan Adam Smith’in
“görünmez el” teorisi bir yandan metafizik içermekte diğer yandan böyle bir
uyumu savlamaktadır. Fakat bireyin arzularının merkeze alınması durumunda,
toplumsal uyum ve dayanışmanın sağlanabileceği konusunda ben iyimser değilim.
Tam da bu noktada iki önemli unsurun
tartışılması gerekmektedir. Birincisi, özellikle öznelliğin çok yükseldiği
post/modern dönemde toplumsal uyumun sağlanması. İkincisi de, “öznelleşmenin bu
yükselişi kamusal yükümlülüğü ve ahlâkîliği nasıl etkilemektedir?” sorusudur.
Türkiye’de, şehirleşme, post/modernleşme, küreselleşme süreçleri çerçevesinde
geleneksel ilişki ağları zayıflamıştır. Burada ortaya çıkan bireyler arasındaki
gerilimin nasıl uyuma doğru gideceği önemli bir sorundur. Esasen “arzu”ların
yükseltildiği ve “ekran”lardan propaganda edildiği bu dönemde, tüm topluma geri
dönen bir kamusal yük oluşmuş görünmektedir. Bunun sonucu olarak, bireyler bu
yükü (sadece maddi yük olarak düşünmeyelim, sosyal yükler de dahildir) oldukça
maliyetli bir şekilde ödemek zorunda kalmaktadır.
Geleneksel ilişki ağlarının
sağladığı yol haritası dağıldıktan sonra, bireyselleşme ve öznelleşme sürecinde
birbirinden yalıtık taleplere dönüşmüş bir varoluş olarak “insan” profili
ortaya çıkmış görünmektedir. Bu yalıtıklaşma, giderek insanların her bakımdan
kendi başına terk edildiği bir yalnızlaşmayı beraberinde getirmektedir. Böylece
kendi taleplerine dönük olarak yaşayan bu birey için, kamusal sorumluluk ve ahlâkîliğin
nasıl oluşturulacağı bir sorunsal olarak ortaya çıkmaktadır.
Bu bağlamda görülen iki temel
probleme işaret etmeliyiz. İlki, geleneksel ağların giderek zayıflamasıyla
birlikte “dayanışma”nın meşruiyet çerçevesi ve nasıllığı ciddi bir sorunsala
dönüşmektedir. Öncelikle “gemisini kurtaran kaptan” profili daha çok
yaygınlaşmaktadır. “Komşun açken tok uyuma”yı dikkate almak için “komşu”yu
tanımak gerekiyor. Özellikle “tüketim”in bir statüye dönüştüğü oranda,
dayanışma değil gösteriş yükselecektir.
İkincisi ise, insan profiline daha
dikkatli bakıldığında, bir yandan sorumluluklarını sürekli kurumlara devreden,
diğer yandan bireysel arzuları öncelemekten kaynaklanan bir kamusal
sorumluluktan kaçış gözlemlenmektedir. İnsanlar kendilerine olumlu ya da
olumsuz geri dönüşleri olan “kamusal”lıkları takip etmemekte, yükümlülük
üstlenmekten kaçınmakta; ancak son kertede işlerin düzelmesini istemektedirler.
Burada uzun vadede süregelen “özne
olarak tarihe gir(me)me” problemi kendisini faş etmektedir. İnsanların formel
olarak içinde yaşamakla birlikte, kendilerini “özne”lik ve “yükümlülük” açısından
azade kıldıkları kamusallık, bunun doğal sonucu olarak bir sorunsala dönüşmüş
bulunmaktadır.