Dolar (USD)
35.18
Euro (EUR)
36.53
Gram Altın
2966.40
BIST 100
9724.5
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE
30 Eylül 2023

Kamusal sorumluluk ve ahlâk

Modern dünya cemaatten cemiyete geçişle karakterize olmaktadır. Tönnies, sosyolojinin klasiği haline gelmiş olan “Cemaat ve Cemiyet” isimli eserinde bu geçişi farklı boyutlarıyla analiz etmektedir.

Burada “cemaat” bugün anlaşılan dar anlamıyla bir dini grubu ifadelendirmek için kullanılmıyor sadece. Esasen geleneksel sosyal ağları ve ilişkileri tanımlıyor. Kimi tartışmalarda insanlığın asıl birlikteliğinin “community” yani topluluk olmasından mülhem birey temelli cemiyetlerdeki bu ağların değişimi bir sorunsala dönüşmektedir.

Yine sosyolojinin erken zamanlarında birey ile toplum arasındaki ilişkinin doğası da tartışılmıştır. Saint Simon ve Durkheim gibi sosyologlar, “birey” kavramına daha negatif biçimde yaklaşmış görünmektedirler. Özellikle bireyselleşmenin “dayanışma”ya verdiği zarar burada daha çok gözetilmiş görünmektedir.

Öte yandan cemiyet hayatında birey ile toplum arasındaki uyuşmanın mahiyeti önem kazanmaktadır. Kimi görüşlerde bireyin kendi taleplerini yerine getirmesi sonucunda, toplumsal uyumun da sağlanacağı dile getirilir. Esasen aynı zamanda bir ahlâk felsefecisi de olan Adam Smith’in “görünmez el” teorisi bir yandan metafizik içermekte diğer yandan böyle bir uyumu savlamaktadır. Fakat bireyin arzularının merkeze alınması durumunda, toplumsal uyum ve dayanışmanın sağlanabileceği konusunda ben iyimser değilim.

Tam da bu noktada iki önemli unsurun tartışılması gerekmektedir. Birincisi, özellikle öznelliğin çok yükseldiği post/modern dönemde toplumsal uyumun sağlanması. İkincisi de, “öznelleşmenin bu yükselişi kamusal yükümlülüğü ve ahlâkîliği nasıl etkilemektedir?” sorusudur. Türkiye’de, şehirleşme, post/modernleşme, küreselleşme süreçleri çerçevesinde geleneksel ilişki ağları zayıflamıştır. Burada ortaya çıkan bireyler arasındaki gerilimin nasıl uyuma doğru gideceği önemli bir sorundur. Esasen “arzu”ların yükseltildiği ve “ekran”lardan propaganda edildiği bu dönemde, tüm topluma geri dönen bir kamusal yük oluşmuş görünmektedir. Bunun sonucu olarak, bireyler bu yükü (sadece maddi yük olarak düşünmeyelim, sosyal yükler de dahildir) oldukça maliyetli bir şekilde ödemek zorunda kalmaktadır.

Geleneksel ilişki ağlarının sağladığı yol haritası dağıldıktan sonra, bireyselleşme ve öznelleşme sürecinde birbirinden yalıtık taleplere dönüşmüş bir varoluş olarak “insan” profili ortaya çıkmış görünmektedir. Bu yalıtıklaşma, giderek insanların her bakımdan kendi başına terk edildiği bir yalnızlaşmayı beraberinde getirmektedir. Böylece kendi taleplerine dönük olarak yaşayan bu birey için, kamusal sorumluluk ve ahlâkîliğin nasıl oluşturulacağı bir sorunsal olarak ortaya çıkmaktadır.

Bu bağlamda görülen iki temel probleme işaret etmeliyiz. İlki, geleneksel ağların giderek zayıflamasıyla birlikte “dayanışma”nın meşruiyet çerçevesi ve nasıllığı ciddi bir sorunsala dönüşmektedir. Öncelikle “gemisini kurtaran kaptan” profili daha çok yaygınlaşmaktadır. “Komşun açken tok uyuma”yı dikkate almak için “komşu”yu tanımak gerekiyor. Özellikle “tüketim”in bir statüye dönüştüğü oranda, dayanışma değil gösteriş yükselecektir.

İkincisi ise, insan profiline daha dikkatli bakıldığında, bir yandan sorumluluklarını sürekli kurumlara devreden, diğer yandan bireysel arzuları öncelemekten kaynaklanan bir kamusal sorumluluktan kaçış gözlemlenmektedir. İnsanlar kendilerine olumlu ya da olumsuz geri dönüşleri olan “kamusal”lıkları takip etmemekte, yükümlülük üstlenmekten kaçınmakta; ancak son kertede işlerin düzelmesini istemektedirler.

Burada uzun vadede süregelen “özne olarak tarihe gir(me)me” problemi kendisini faş etmektedir. İnsanların formel olarak içinde yaşamakla birlikte, kendilerini “özne”lik ve “yükümlülük” açısından azade kıldıkları kamusallık, bunun doğal sonucu olarak bir sorunsala dönüşmüş bulunmaktadır.