Kamera, tripot ve akıl
Eğer hayat bir oyun sahnesinden ibaretse o sahnenin en önemli öğesi hiç
kuşkusuz insandır. İster kendine verilmişi oynasın ister kendisi rol talebinde
bulunsun ister rolünü düzgün ve tam da olması gerektiği gibi isterse yüzüne
gözüne bulaştırarak oynasın hayata dair bütün süreçler bu roller üzerinden
gerçekleşir ve her şey olup bittiğinde, sahne boşaldığında, etrafı sağır edici
bir sessizlik kapladığında geriye rollerin tortularından başka bir şey kalmaz.
Velev ki sahne bulunduğundan daha muhteşem, velev ki sahne bulunduğundan daha
döküntü bir yere dönüşsün…
Hepimiz belli bir amaç için doğarız. İlahi bakış açısı, her insanın bir
görevle bu dünyaya geldiğini, görevini yaptıktan sonra sahneyi terk ettiğini ve
yaptıklarının karşılığını da öteki dünyada gördüğünü söyler. Böylece, buradaki
sebepler öteki tarafa sonuç olarak yansır. Gerçekte elimizde çok malzeme
yoktur: Bir sahne, birkaç insan, belli bir zaman dilimi… Hepsi budur.
Sahnedekiler bir zaman aralığında, bir yerden başka bir yere hareket ederler.
Hikaye sadece budur. Mekanın üzerinde hareket eden insanlar ve onların
birbirleriyle teması… Sonuçları bazen iyi gelen, terapiye dönüşen ve
karşısındakini olduğundan daha güçlü kılan bazen de kötü gelen, hastalığa yol
açarak karşısındakini kuvvetten düşüren oyunlar oynuyoruz…
Oyun biter, sahneden iner, evimize, geldiğimiz
yere döneriz. Sahne hiçbir zaman evin kendisi değildir. Oyun hiçbir zaman
sonsuza kadar sürmez. Hepsi biter, her şey biter ve insan evine döner: İşte
bütün mesele de insanın evine nasıl döndüğü, sahneye çıkmadan önce ile indikten
sonrası arasında nasıl bir değişime uğradığıdır. Burada zaman ve mekan gibi
öğeler değişmez. Değişen, insanlardır, insanların temaları ele alma biçimleri
ve rolleridir. Bazen sahnedekiler iner, sahneye başkaları çıkar. Yukarıdakiler
aşağıya, aşağıdakiler yukarıya hareket eder. İyiler kötü, kötüler iyi roller
üstlenebilir. Oyunculuk biraz da sana verilen rolün hakkını vermek değil midir?
Kötüysen bile iyiyi oynamak, akıllıysan bile deliyi, erdemliysen bile suspus
birinin rolünü üstlenmek değil midir?
İyilik, kötülük, zarar, fayda, haklı oluş, haklı olmayış, hukuk, hukuksuzluk,
iyi davranışlar,kötü alışkanlıklar, erdem, ihanet velhasıl insana dair ne kadar
duygu varsa onların hepsinin temaya dönüştüğü oyunlar oynuyoruz. Bütün çağlarda
yeni oyuncular sahneye çıkar ve aynı temaları farklı formlarla aktarır. Oyuncu
rolünü iyi de oynayabilir, kötü de, alkışlar da vardır bu süreçte, yuhalamalar
da, dil sürçmeleri da söz konusudur, kusursuz tiratlar da hüzünler de vardır
sevinçler de, erdemler de dile getirilir yozlaşmalar da... Elbette oyuna özgü
süreçler ile malzemeleri ve dağıtılan rolleri belirleyen şey, senaryodur.
Kötüler mi öne çıkarılacak, iyiler mi, erdem mi belirginleştirilecek, sefalet
mi, inanç mı dikkatlere sunulacak hiçlik duygusu mu, düzenin mi altı çizilecek
kaosun mu?.. Uzar gider bu liste. Senaryoyu yazanın zihniyetine göre değişir
temaların ele alınış biçimi. Bazen kötülük iyilik gibi sunulur, bazen bozulma
erdem elbisesine girer, bazen sefalet amaca dönüştürülür bazen inanç adı
altında hiçlik duygusu yayılır. Senaristin gücüne ve becerisine göre her tema
gerçekte olduğu biçimin tam tersine hizmet edebilir burada ve seyirci üzerinde,
hangi temanın ne kadar etkili olduğu, çok sonra ortaya çıkar. Resmin tamamını
görmek için oyunun sonunu beklemek gerekir.
Eskiden insanlar hayatın özetini görmek için tiyatro sahnelerine
giderlerdir. Bugünse hayat ile oyun iç içe geçti, her yer oyun sahnesi. Kitleler
sabahtan akşama kadar sosyal, siyasal, kültürel, sanatsal konulu oyunlar
seyrediyor, kendini ona göre biçimlendiriyor. Davranışlarını seyrettiği
oyunlardaki repliklere göre ayarlıyor, iç dünyasını oyundaki temalara göre
biçimlendiriyor, güncel yaşamını oyunun yönlendirmelerine göre kurguluyor.
Sahnedekini sahnenin dışına taşıyor insanlar ve oyunu zihinlerinin içine
sıkıştırarak kendine yeni modeller oluşturuyor. Oyunda öne çıkan, özendirilen
ne varsa onu amaca dönüştürüyor, geri plana atılan ne varsa gündemine almıyor,
tahfif edileni aşağılıyor. Halihazırda internetten başlayarak televizyon ve
gazetelere, cep telefonlarından başlayarak bütün bir kitle iletişim araçlarına
kadar her şey büyük bir oyun alanı olarak muhatap oldukları seyircilerin
zihinlerine her gün sayısız replik gönderiyor ve dünya ona göre biçimleniyor.
Artık eskisi gibi büyük metinler yazmaya, büyük metinler yazmak için gerisine
büyük söylemler almaya gerek yok. Sahneyi kapatmak da mümkün değil. Bir kamera,
bir tripot ve bunların gerisine yerleştirilmiş bir zihniyet kitleleri harekete
geçirmeye, onların iç dünyasına müdahale etmeye yetiyor. Tiyatro kapanınca oyun
bitmiyor ve göz, görülecek olanı bir gün mutlaka görüyor.
Ne zaman ve kim tarafından seyredilirse seyredilsin gururla bakabileceği
senaryolar yazmalı insan. Her zaman ve her yerde Tanrı’nın kendisini gördüğü
düşüncesiyle yaşama içgüdüsü bunu gerektirir. Kırmızı ve Siyah romanının önsözünde ne demişti Stendhal: Çamuru
gösteriyorum diye kızmayın bana, mahalleyi çamura dönüştürenlere hesap sorun…