Kalpleri Isındırmak
Abi, çorba içelim, dedi. Gecenin ilerleyen saatleriydi. Tereddüt etmeden üstünü değiştirip evden çıktı. Belli ki bir derdi vardı Sırrı’nın. Ah, Sırrı, ah! Yine ne oldu, dedi. Çorba içeceği de yoktu ama Sırrı’nın hatırı için içecekti.
Şehrin keşmekeş trafiği gitmiş, yerini ıssız caddeler almıştı, kediler özgürce geziyordu ara sokaklarda. Evlerin ışığı sönüyor, gecenin kuytu derinliklerinde kayboluyordu yüz binler. Gece bekçilerinden başkası yok idi. Bir de ekmeğinin peşinde ter akıtan geri dönüşüm işçileri…
Çorbacının adresi belliydi. Orada buluşacaklardı. Sırrı’dan önce vardı, her zamanki gibi işkembe söyledi. Burası çok temiz ve lezzetli yapıyordu her çorbayı. Başka bir yere güvenip de işkembe söyleyemezdi. Çorbayı beklerken, ne kadar yeşillik varsa getirin, dedi. Roka, tere, dereotu, kuzukulağı, maydanoz… İçi dışı yeşillik… Çok seviyordu bitkileri. İnsan biraz da yediğinin içtiğinin etkisinde kalıyor, derdi. Bitkileri ihmal etmemek lazımdı. Öyle de yaptı, gece idi ama onun için her vakit kıymetli idi. Uykuyu bırakıp gelmişti.
Bir dost için gecenin birinde, bir çorbacıda... Nihayet geldi Sırrı. Selamlaştılar. Niye çağırdın, gecenin bu vaktinde ne işimiz var burada, demedi. Ne iyi ettin de çağırdın, evde uyku tutmamıştı, iyi ki çağırdın, dedi. Öyle deyince Sırrı rahatladı. Bir işkembe de onun için söyledi. Sirke, sarımsak… Masa hazırdı, ne kadar yeşillik varsa masaya yığdılar, çorba gelmeden başladı yemeye. Yahu şu otları çok seviyorum, dedi. Sırrı da alışmıştı otlara. Otlar gibisi yok, dediler. Otları korumak lazım, şehirlerde bağ bahçe kalmadı, gittikçe hayattan kopuyoruz, dedi. Ağzında tere varken, “Şunun acısı bile lezzetli, insan sevdiğinin acısını da tatlı niyetine yiyor be! Sevdiğim taş atsa bana gül oluyor.” dedi. Müzik açıktı, alttan gelen ve ruhu dinlendiren bir şarkı. Belki bir ıstırabın sözleriydi ama güzeldi. Bir ara ikisi de durup şarkıya kulak verdiler:
“Saatler geçmiyor, bu rüzgâr artık esmiyor. Bana senden kalan hatıralar da yetmiyor Ellerim üşüyor, fotoğraflar konuşmuyor Bu zalim dünyada hiçbi' şey beni ısıtmıyor”
“Melankoli ayarında olursa iyidir. Ruhumuzu daldırdığımız yerden çıkarmasını da bilmeliyiz. Aksi hâlde umudumuz kalmaz, yaşama sevincimiz yok olur. Yalnızlık bazı zamanlar güzeldir, insan kendine döner. Herkese selam verip insanın kendisine selam vermemesi olmaz. Evet, insan kendine de selam vermeli, kendi hâlini sormalı, kendine hediyeler almalı, kendine bir buket göndermeli.” diye devam eden bir nasihatin içindeydi Sırrı. “Evet, hepsi tamam da insan kendine nasıl çiçek gönderir ki?” dedi Sırrı. “Bir öğretmenimiz vardı, okula çiçek gelirdi. Meğerse kendi kendine gönderiyormuş. Ama öyle mi sevinirdi, bize de gösterirdi çiçekleri.” dedi. Sırrı, ilginç hayat dersleri dinliyordu gecenin koyusunda. Çorbanın tadı muhabbetle daha da artmıştı.
“Bu zalim dünyada hiçbir şey beni ısıtmıyor” şarkının bu dizesine ruhu takılmıştı Sırrı’nın. Yazdı, sıcaktı ama ısınamıyordu. Gerçi dünyaya ısınamayan bir kalbi vardı. Kendisini hep yabancı görüyordu. Kalabalık bir sokakta birisi adres sorsa, “Buraların yabancısıyım, bilemeyeceğim.” derdi. Şarkıya kendisini kaptırmıştı. “Bu dağ bu karları nasıl taşır? Anlamadım.” Evet, Sırrı’nın kalbi bir dağ idi. Öyle karlar yağmıştı ki içine. Biteviye bir iç konuşmanın içinden çıkamıyordu Sırrı. Gün içinde bir paket gelmişti, postadan aldığı paketi heyecanla açmıştı. Paketin içinden, çok sevdiği dostuyla içtikleri kahve fincanı çıkmıştı. Kahve kurumuş, fincan yıkanmamıştı. Elbette fincanın kıymeti, bir dostla içilen kahvedendi.
Sırrı masadan kalktı, hesabı ödedi. Çıkarken masaya tekrar baktı, gecenin bu saatinde kendine bir çorba ısmarlamanın mutluluğu içinde ıssız sokakların davetine katılarak kayboldu. Bir çiçekçi kadın bağırdı:
“Bir çiçek alır mısınız, kalpleri ısındırır.”