Kalbin aklı, hesapçı akıl!
Araf
Suresi’nin179. Âyet-i Kerime’sinde “Onların kalpleri vardır ama anlamazlar!” buyruluyor.
Dikkat
edelim:
Anlamak
işi, “beyne” değil, “kalbe”
bağlanıyor Âyet-i Kerime’de.
Anlamak,
idrak etmek, “beyin” değil “kalp” işi.
“Kalbin aklı” yani.
“Nuranî akıl”.
Camilerin
dış duvarlarına, köşelerine kuş sarayı yapmayı düşündürten, sadaka taşını icat
ettiren, sakat kuşlar için vakıf kurduran, hasenâtı-iyiliği yaptıran işte bu
akıl.
“Malın, paranın Allah rızası için vermekle eksilmeyeceği,
aksine bereketleneceği, ziyadeleşeceği “ şuuruna ulaştıran bu akıl.
Kalp ile
beyin “kalbin patronluğunda” el ele
verir ve Allah Rızası’nı amaç edinirse huzura erişilir.
Düşünceyi,
aklı, zekâyı, nefsi esas aldığımızda, kalbi devre dışına ittiğimizde ise,
etrafımızı saran “dünyevi menfaat
çatışmaları”nın içinde buluruz
kendimizi.
Her işimize “dünyevi menfaat beklentisi” karışır…
Riya yüküyle
yaşarız!
İnsanlara
gösterdiğimiz hürmet; onların
paralarına, pullarına, mevkilerine göre artar ya da eksilir.
“Yüksek mevkilerden” birine geldiğinde
karşısında “hürmet”ten kırıldığımız
kişi, o dünyevi gücünü kaybettiğinde gözümüzde önemsizleşir.
Aynı
kişi, yeniden mevki makam sahibi
olduğunda eski hale bürünür, “şekilden şekile” gireriz.
“Köprüyü geçene kadar dayı demeyi” telkin ederiz birilerine!
*
Bunları
tefekkür etmek mânâsız mı?
Faydasız mı?
Yok, değil.
İman nuruyla
aydınlanmış kalbi devreden çıkartıp da, “hesapçı aklı” esas aldığınızda
bunalımlardan bunalımlara sürükleniyorsunuz.
Endişe
bataklığında debelenip duruyorsunuz…
“Ya şöyle olursa, ya böyle olmazsa?”
hesaplarında boğuluyorsunuz.
Etrafınıza
negatif elektrik saçıyorsunuz.
Paranız, mevkiniz arttıkça endişeleriniz artıyor.
“Kaybetmemek için daha fazla kazanmak, çok
daha fazla kazanmak” amaç haline geldiğinde ise…
Siz siz
olmaktan çıkıyor, maddenin kulu-kölesi haline geliyorsunuz…
Ve bir
noktada…
Vücudunuzun
bin yerinden “toprağa çağrı”
sinyalleri geldiğinde…
Doktorunuz, “şunu yeme, bunu yeme, şöyle yapma, böyle
yapma”ların sayısını iyice arttırdığında…
Hele hele “Kalbinizi yormayacaksınız!” dediğinde…
Uzun yıllar
boyunca “unuttuğunuz” kalbinizi
korumaya alıyorsunuz!..
*
Fikir,
tefekkür…
Fikretmezsen
zikredemezsin.
Fikirsiz
iman olmaz, olamaz.
Fikrederek
bir eser ortaya koyduğumuzda, alış veriş yaptığımızda, birine tebessüm
ettiğimizde, bir yetimin elinden tuttuğumuzda,
bir kötülüğe mâni olmak bir hayrı yaymak için gayret gösterdiğimizde
bütün hayırları ve güzellikleri yaratan Rabbimizi zikretmiş oluyoruz.
“Yalnız Allah’a kulluk et ve şükredenlerden
ol!” (Zumer, 66) hükmünün gereğini yerine getiren
“kul” lardan oluyoruz.
*
Kalp…
İlle de
kalp.
İman da,
akıl da, fikir de, zikir de, şükür de
kalpte.
Kalb-i selim
olmadan ne akl-ı selim olur, ne de zevk-i selim.
Herkesin
kendine göre aklı, zevki vardır.
Bunları “selim” kılan imandır.
Kalp
nurlandığında, düşünce de, zevk de
bambaşka bir hale gelir.
Sâlim kalp,
uyandıran kalptir.
“Uyanıklığın” zıddı ise gaflettir.
Zikir.
Her işte “Allah Rızası”nı esas almak.
Nefis
unutmak ister, zikir kalbe hatırlatır.
Zikir
olmadan, kalp de, kalbin aklı da gaflette kalır.
“Bilesiniz ki, kalpler ancak Allah’ı
zikretmekle huzur bulur!” (Ra’d, 28.)
*
Bizler…
Neyin,
nelerin peşinde koşuyoruz…
Neleri,
nerelerde kaybettik ve nerelerde arıyoruz?
Meşhur
fıkrayı bilirsiniz:
Merhum
Nasrettin Hoca, dışarıda bir şey
aramaktadır.
Durumu gören
komşuları böyle harıl harıl ne yaptığını sorunca, “Yüzüğümü kaybettim de, onu arıyorum!”
der Merhum Hoca.
-Burada kaybettiğinize emin misiniz Hocam
yüzüğünüzü? “ diye sorulunca…
"Hayır" diye karşılık verir:
“Samanlıkta kaybettim … Burası aydınlık ya,
onun için burada arıyorum yüzüğümü!”
*
Biz neleri,
nerelerde kaybettik ve nerelerde arıyoruz?
Tefekkür
halindeyiz.
Dün sabah “Oku beni!” diyerek bakan Semerkand
Dergisi’ni açtım…
Bir makale
çekti dikkatimi..
Yazar Atilla Pamirli’den: “Kulun Üç İşi: Fikir, Zikir Şükür.”
Okudum…
Tefekkür
ettim.
Oradan
istifade ederek ve kalbimden dökülen cümleleri üzerine katarak…
Kendimi
dinledim.