Kalbimiz, sanat ve sinemamız
Sehl der ki; “Tam ortamızda
sadr/göğüs boşluğu var. Yukarıdan kalp iner, aşağıdan nefs çıkar ortada
buluşurlar. Üst duygular ile alt duygular orada çarpışırlar.”
Çelişkilerin çemberini çevirir; tercihler. Akıl oradadır. Anlamak orada olur. Şeylerin hakikatine varmanın
uzun ve kısa yolları vardır orada. İlim, idrak
hepsi.
Niyet kalbin kıblesiymiş. İçimizdeki
uzay boşluğu neyi almışsa niyetine akıbeti de o olacakmış.
Kalbin bunca işlevi varken acaba
kalbimizin yüzde kaçını/özde kaçını kullanıyoruz?
Bir sanatçı ya da bir sinemacı
kalbinin kaçta kaçını kullanır durumdadır? Kalbinin tam kapasitesini kullanan
bir insan nasıl bir hayat üretir? Bir sanatçı bu anlamda kendisini tam kapasite
tasarruf edebilen midir?
Hem rahmânî hem de şeytânî
kuvvetlerin mücadele alanından çıkıyoruz hayata. Adeta her birimizin çifte
kalbi var. İç şehrimizin hodri meydanı. Ya da
mahremin meydanı kalp…
Hepimizin hakikati işte bundan
ibaret. Kalbimizden! Ele avuca sığmaz bir şeyden bahsediyoruz. Görünüşte bir
yumru var içerde. Nabızda düzenli bir beste… Biz onun içine
sığıyoruz. Fakat onun içi içine sığmıyor. Hayat olarak dışarı çıkıyor. Sanat
olarak dışa vuruyor.
Hep birden sanat olarak sinemayı
düşündüğümüzde, sinema içi içine sığmayanın içini görüntü kılmasıdır. Mahrem
meydanını seyr alemciği kılması…
Bütün
işler, güçler, sanatlar, hayatlar oradan neşet ediyor. Bilen, tanıyan, algılayan,
sorumlu ve yükümlü olan bir şeyden bahsediyoruz. Tercih yapma kudreti olan bir
şeyden. Kalbin işlevi çok. Biz ondan sadece salya
sümük romantizm, aşk acısı çeken bir zavallı çıkarsak ta. Tek eyleminin sevmek
ve nefret etmek olduğunu sansak ta…
Kalbi selim diye bir şey var bir de.
Esenlikli, iç barışa huzura ermiş,
dingin kalp. Fırtınasız değil, fırtınalarını kendisi karşılayabilen zorluk
günlerinden sakin hayatlar, sükûnet dağıtan sanatlar üretebilen bir insanın
sahip olduğu şey...
Allah bizim kalbimize ve
eylemlerimize bakarak bizi değerlendirecekse, hayat kadar sanat ta eylemse
ürettiğimiz eserlerin ne durumda olduğunu düşünmenin tam zamanı!
Gayb âlemine bakabilen bir
penceremiz, kalp gözümüzün bir sanat eserine yansıttığına bak! Neyi
gösterebildiğimiz neyi görebildiğimizin ölçüsü gibidir.
Bir insan kalbinin gerçek hayattaki sineması
eylemleridir.
Amel denilen şey; ilk
dışa vurumlar. İnsanın ilk oyunu: hayat. Özel sineması. Pekâlâ, biz o
özel sahnede samimiyeti mi oynuyoruz? Elbette yaşamanın oynamak olmadığı
bilinciyle… Sözünle nasıl bir şiir, sesinle nasıl bir müzik, görüntülerinle
nasıl bir şeyi resmediyor, fotoğraflıyorsun? Neyi, nasıl göstermeye yelteniyorsun?
Ömrümüz işte: hareket ve zaman blokları. Ses, renk,
ışık, anlam veya anlamsızlık… Uzaktan algı, yakından eylem ve duygu
üretiyorsun.
Senin kalbin ne ise hayatın da onun dışarıya çıkmış hali. Senin hayatın, senin sanatın
kalbinin balkonu.
Sanatı
ve sinemayı
bir vücut olarak düşünsek sinemanın kalbini ne oluşturur?
Ve biz
kalpsiz/akılsız/bilgisiz/düşüncesiz/tercihsiz bir sinema yapmamayı
hedefliyorsak bizim sinemamızın kalbi ne olacak?
Sinemamız bize neyi düşündürecek? Hayatın tek büyük tercih olduğunu, zor seçilmiş
ve kurgulanmış nasıl bir hikaye ile bize anlatacak? Sinema yönetmenin kalbinin aynası
tamam. Fakat ekip te o aynayı hep birlikte tutuyor.
Kahretmesin.
Lutfetsin. Yine çok idealize ettim. Vazgeçiyorum.
İdealize
etmek bir mevzuyu yüksek rakımlarda hayal etmektir. Yayla ufuk felsefesi gibi. Bir nevi
zihinsel turizm hayal adrenalini ki genellikle düşeriz.
Ama
ne kadar çok hayallersek o kadar daha az düşeriz gibime geliyor.
Ya da
her düşüşte daha yükseğe düşeriz. Daha az tuz buz oluruz…