Kalabalıklar
Antisthenes “birçok insan seni
övüyor” diyen birisine, “ niçin acaba ben ne hata yaptım ki” diye cevap verir.
Diogenes gündüz vakti eline fener alıp insan aramaya çıkar... Tıpkı Nietzsche’nin delisi
gibi... “Hey insanlar” diye bağırır, çevresine
toplananları “ben insanları çağırdım, siz sefilleri değil” diyerek sopa
ile kovalar.
Aradan yüzyıllar geçer... Kalabalıklar üniversitelere gider, her biri mühendis, doktor,
hukukçu olur... Hatta içlerinden epeyi Profesör de yetişir.
Müşterekleri hepsinin de kravat
takıyor olmalarıdır.
Ama en önemlisi içlerinden çıkan zenginlerdir. Burjuva orta sınıf
kökenlidir... Aynı
zamanda yönlendiren, şekillendiren, maddi olduğu kadar ideolojik tedariki de
karşılayan kesimdir...
Kısacası “Aydınlanma” ile kalabalıklar
aydınlanır. İş bununla da kalmaz; demokrasi ile egemenliği eline geçirir. Bu hadsizliğini de
“ hâkimiyeti gökyüzünden yeryüzüne indirdik” ifadesi ile Prometheus kıvamında
aklileştirir.
Kalabalıklar bu yaşananlara “özgürlük” adını verir. Özgürlük bu açıdan tam anlamıyla bir
esarettir. Duvarları kalabalıklar tarafından örülen bir zindan. “Herkes gibi
olmak” istemi, herkesin özgünlüğünü yıkan amansız bir deprem.
Herkesin eşit oluşunun hikmeti bu deprem vasıtasıyla sağlanabilirdi
ancak. “Herkes kim?” sorusunun cevabı ise çok açık: Hiç kimse...
***
Özgür insan özgürdür. Neye? Doğaya, varlığa, insana, erdeme, ahlaka, değerlere, töreye, geleneğe...
En önemlisi de Tanrı’ya...
Neden özgürdür? Çünkü o aklını kendisine rehber edinmiştir de ondan.
Nihayetinde çağın en bedbaht çığlığı yükselir: Tanrı öldü!
Bu “Tanrı yok” demek gibi değildi. “Var” demek ise hiç değil.
Kalabalıkların katilliğini yüzüne vuran bir haykırıştı.
Çığlığın sahibi Nietzsche tıpkı Diogenes gibi kalabalıkların arasında
gündüz vakti elindeki
fener ile insan arar. Nietzsche’nin
delisi elindeki fener ile dalar pazara ve şöyle haykırır : “Tanrıyı arıyorum!
Tanrıyı arıyorum!” Akıllı kalabalık güler,
pişkince sorar: “Çocuk gibi yolunu mu kaybetmiş” Yoksa saklanıyor
mu?” “Bizden korkuyor mu?”, Yolculuğa mı çıkmış?”
Kaçık adam kalabalığa şöyle seslenir:
“Onu biz öldürdük, onun katiliyiz hepimiz, ama bunu nasıl yaptık?
Denizi kim içebilir? Bütün çevreyi silmemiz için bize bu süngeri kim verdi? Onu
güneşinin zincirlerinden kurtarır iken biz ne yaptık yeryüzünde? Nereye gidiyor
şimdi dünya, biz nereye gidiyoruz?”
Heidegger “Tanrı öldü” sözünü beş duyunun ötesinin inkârı olarak anlar. Beş duyu... Aydınlanmış
kalabalıkların tek yol göstericisi... En hakiki mürşidi... İlim ve fen, kalabalıkların
hakikate karşı yılana dönüşen sihirli değnekleri. Tıpkı Fir’avun’da olduğu
gibi.
Felsefe mi? Hadi canım sende!
Ya vahiy? Hangi çağdayız kardeşim kalabalıkların egemenliğinde vahyin sözü mü olur!
Evet, kalabalıklar egemendir, özgürdür, akılcıdır. Lakin evleri beş para etmez. Çünkü onlar bir mağarada
yüzleri duvara dönük zincirlenmiş vaziyette yaşarlar. Tıpkı Platon’un mağarası
gibi... Arkada kuklacılar neyi oynatırsa onu seyreder, onu söyler ve bilgi diye
taşırlar.
Üstelik gölge olduğundan bir an bile şüphelenmeden.
Nefislerine, ideolojilerine, önderlerine, uluslarına, devletlerine, çıkarlarına, mitlerine ve
zevklerine kul olurlar ama konu Allah’a kul olmaya gelince ayak diretirler.
Kendileri kopkoyu cahil iken kendileri gibi düşünmeyenleri cehaletle suçlarlar.
Ve kendilerini hep haklı görürler.
Zira güçlüdürler; güçlerini
“kalabalık” olmalarından alırlar.
Son olarak şu hususa da değinelim ki hem yanlış anlamaların önünü kesmiş olalım hem
de Sokrates’in hakkını teslim etmiş...
Bu yazıdaki amaç asla bir soylu- demos (halk) mukayesesi değildir.
Zira nice soylu vardır ki aşağıların aşağısında debelenirken, tarihte yine ne yüce ruhlular vardır ki demosun en alt kademesine mensuptular.