Kâinat aynasından Hakk'ı görmek
Ayna, tasavvuf edebiyatımızda en çok kullanılan bir metafordur. D. Mehmet Doğan’ın Büyük Türkçe Sözlüğünde metafor, mecaz olarak açıklanmış. Melek Koç da bir yazısında “daha çok metafizik âlemle ilgili hakikatleri ifade etmek için kullanılan simge, mecaz ve sözcükler” olarak tarif etmiş metaforu.
Ayna ise yine Doğan’ın sözlüğünde “üzerine
herhangi bir ışık kaynağından düşen ışınları ve şekilleri yansıtan parlak eşyâ
ya da arkası sırlanmış cam” olarak tarif edilmiş.
Ayna metaforunu mutasavvıflar
sürekli dile getirmişler. Gazali’yi bu konuda öncü sayarsak ondan sonrasında
İbni Arabi, Mevlana ve günümüze kadar birçok sufinin ayna üzerinde kafa
yorduğunu, dahası ayna üzerinden söz söylediğini görürüz.
Hz. Peygamber de “Mü’min, mü’minin
aynasıdır” der bir hadisi şeriflerinde. Âlimlerimiz bu hadisi; insanın kusurlarını, noksanlıklarını kendisine
söyleyecek, onu lisanımünasip ile uyaracak kâmil bir insanın, bir
arkadaşının, bir refikinin yani bir aynasının olması gerektiği şeklinde izah
etmişler. Hz. Ömer’in kendisine halife olması için baskı yapanlara “Ya hata
yaparsam?” diye sorduğunda cemaatte bulunan sahabelerden Hz. Ali’nin (r.a.)
veya Abdullah ibni Mesud’un (r.a.) “O zaman seni kılıcımızla düzeltiriz.”
cevabını vermesi de bu hadisi en güzle şekilde açıklayan bir misaldir. Hz. Ömer
bu hadise üzerine “Ya Rabbi! Sana şükürler olsun ki ben Senden gaflete
düşersem, Senin adaletinden ayrılırsam, beni kılıcıyla doğrultacak bir cemaate
sahibim” diye şükretmesi ve yine “Yanlış yaptığımızda bizi uyarmazsanız sizde,
uyardığınız halde sizi dinlemezsek bizde hayır yoktur.” demesi de bu minvalde
örnek alınacak bir hadisedir.
Tekrar ayna metaforuna dönersek,
edebiyatımızda bu konuda bir hayli örnek var.
Necip Fazıl; “Bir his beni alıp
aynaya çekti/ Ondaydı gecenin esrarı güya.”
Tanpınar; “Derin sularında bu
ayna her an / Senden bir parıltı aksettirerek”
Şeyh Galib; “Bir yerde bu efkâr
ile kendim bulamam /Âyîneye baksam görünür sûret-i yâr”
Ziya Paşa; “Âyinesi iştir lafa
bakılmaz / Şahsın görünür rütbe-i
aklı eserinde” gibi.
Ayna ve tecelli meselesi İbni Arabi
tarafından uzun uzun şerh edilmiş. Misalen Füsusul Hikem’in mukaddimesinde; “Bir şeyin kendini kendinde
görmesiyle, kendini kendine ayna olabilecek bir başka şeyde görmesi aynı
değildir: Kendini aynada görmek, bakılan yerden yansıyan bir suretin zahir
olmasıyla olur. Bu (yansıyan) suretin kendisine zahir olması için, bu yerin
(yani, aynanın) olması ve kendisinin bu yere tecelli etmesi gerekir.” der.
Ahmet Ökge bir makalesinde; “İbnü’l-Arabî’nin temsil ettiği düşünce
geleneğinin tâkipçileri konumundaki Vâhib-i Ümmî, Eroğlu Nûri, Sinân-ı Ümmî ve
Niyâzî-i Mısrî gibi sûfîler ise ayna metaforunu, tasavvuf literatürünün genel
karakterine uygun olarak üç farklı anlamda kullanmışlardır: Bunlardan birincisi;
Cenâb-ı Hakk’ın tecellîleriyle var olan ve bu tecellîleri yansıtan kesret âlemi,
ikincisi; Allah’ın zât, sıfat, isim ve fiillerine mazhar ve tecellîgâh olan ve
bunları en güzel şekilde yansıtan insan, insan-ı kâmil ve üçüncüsü de kalp,
gönül, ruh anlamlarıdır.” diyor.
Birsen Sunguray da; “Eğer Kâinat
aynası olmasaydı, Hak bilinemez, görünemezdi. Hak aynası olmasaydı,
halk istidat ve kabiliyetlerini göremez ve bilemezdi. İnsan ve İnsan-ı
Kamil aynası olmasaydı, doğa âlemi ruhsuz, cansız bir ceset gibi ölü
kalırdı; insan ve insan-ı kâmil kâinatın ruhu ve aynası olmuştur; evren onunla
canlanmış ve hayat bulmuştur. Ve nihayet kalp aynası olmasaydı, insanın göksel âlemle
irtibatı olmaz, ruhsal bilgi ve hikmetten yoksun kalırdı.” demekte.
Hz. Mevlana da “Sana bir ayna
getirdim, kendine bak ve beni hatırla!” diyor. Tüm bu sözlerden çıkarak, kâinat
aynası, yaratıcının kendini gösterdiği bir “tecellî-gâh”tır diyebiliriz. Zira
bu aynadaki görünen sanii mutlakın eserleridir. İnsan bu aynaya baktığında
gördüğü muhteşem eserden yola çıkarak bu eserin bir sahibi, bir müessiri
olduğunu bilir.
Eskiden aynayı cilalamak tabiri
vardı. Zira eskiden aynalar, gümüş veya çelik gibi hem pürüzsüz hem de üzerine
aksi düşen sureti aynıyla yansıtan madenlerden yapılırdı. Aynanın parlaklığını
yitirmesi de yapıldığı madenin paslanması ve dolayısıyla kararması bu yüzden de
asli işini göremez hale gelmesiydi. O yüzey zaman zaman parlatılıp cilalanırdı
ki aksi düşen nesneyi kusursuz göstersin. Hakk’ın tecelli ettiği “ayna”, mademki
insanın gönlüdür. Biz de bu aynayı hasetlik, hırs, kin, düşmanlık, entrika ve
iftira gibi günah kirlerinden koruyarak tövbe ile nasuh bir cilaladığımızda
daha canlı ve kusursuz bir görüntü alırız. Aynalar yalan söylemez diye boşa
denmemiş. Aynaya bakmak hakikate dair bir şeyler görmek için ise gönül aynasına
baktığımızda mutlak hakikati görmek istiyorsak ilk önce aynamızı cilalamamız
gerektiğini unutmayalım.