Kahve köpüğü ve hatır
Bakır bir cezvede mis gibi kahve kokusunun eve yayılması ile başladı bu yazı. Bir kahveye yüklediğimiz anlamlara eğildi kalbim.
Osmanlı
döneminde kahvehanelerin açılmasıyla birlikte Türk kahvesi, en koyu sohbetlerin
aranılan içeceği haline gelmiştir. Kahvehaneler başlangıçta siyasetin
konuşulduğu mekânlarken Kanuni Sultan Süleyman’ın da desteği ile kitap ve
şiirlerin okunduğu, edebiyat sohbetlerinin yapıldığı, tavla ve satranç oynanan
kültür mekânları halini almıştır. Bugün de devam eden kahvehane kültürü
özellikle mahalle aralarında sıcak sohbetlerin en güzel adresine dönüşmüştür.
Türk
kahvesi ülkemizde sosyal yaşamın ve geleneklerin yaşamasını sağlayan en önemli
kültürel miraslardan biri. Eve gelen misafirlere mutlaka kahve teklif edilir.
Kırk yıl
hatır bırakan dostluktur o. Sevgi penceresinde vefayı sımsıkı kucaklayan bir
kültürün ikramıdır. Cismi
değil de kalbi olarak içilen kişilerle, ruhlar hemhal olur, yaralar iyileşir,
dertler azalır.
Gönlüm;
kahvenin tadından, kokusundan öte ‘’şöyle köpüklü bir kahve yap da içelim’’
cümlesinde durdu, sözcüklerime karargâh oldu. Köpüğün kabarmasıyla gönül
havzama doluşan köpüklü cümlelerle baş başa kaldım. Bir fincan kahvenin
bıraktığıyla, duygu dünyasından kelama vardım, kâğıda ayan.
‘’Beni kahveye
bağlayan köpüklü hali miydi’’ diye düşünmeden edemedim.
‘’Kahveden
çok köpüğündeki letafet miydi’’ insanı hatırşinas kılan. Bol köpüklü kahvenin
ikramında memnuniyet duyan mütebessim yüzler, aynı tada haiz olsa da köpüksüz
bir kahvede aynı memnuniyeti yakalar mıydı?
Görsel
şölenlerin ruhumuzda bıraktığı tadın hükmüyle, anlık mutluluklara kavuşmak,
temeli kökten huzur olan, nice güzelliğe değişilebilir mi?
Havai fişek,
maytap ışığında aydınlığın göklere çıkması, karanlığın iç huzurundaki ebedi
aydınlıklardan daha mı kıymetli idi? Bu anlık seslere, süslere eğilmek nasıl
gerekçeler ile hasıl olmuştur?
Kahvenin
köpüğüne takılmamayı özündeki tada münhasır, sohbette kalmayı yeğledim o
fincanla göz göze geldikten sonra.
Yüzen,
uçuşan, ışık saçan ne varsa sever insanoğlu…
Toprağa
mıh gibi çakılı olandan çok kıpırdayana, janjanlı olana eğilir, sever. Her gün
yanından geçtiği ağacı ne kadar hatırlar bilinmez. Lezzeti aradığımız şeyler
hemen kaybolurken ve onlarla kayboluyorken -insan-Hatırın kıymetini yükleyemediğimiz,
taş ağaç, dağ, deniz yer gök…
Ağırca yerinde
duran ne varsa, sıradan bakışların fotoğraf karesinde incinir
Sabun
köpüğü gibi kayıp giderken zaman, yüreklerimizde anlamından mahrum kalmamalı
idi. Köpüklerin sönen dünyasından, zemini sağlam dünyalara basmalı idi
adımlarımız.
Çocukça
uçurduğum köpük balonların, şeffaf renginde kaldı benim gözlerim, merhameti taç
etmiş yüreğim. Kapıldığımız tüm cazibelerden sınıfta kalmamaktı esas.
Cevapların yerini sormadan yaşarken. Kâğıdın arka yüzünde saklı cevaplar için
bile üşendi, insanoğlu. Alt satıra kadar bile inmedi gözü.
Oysa geçmek
istedi adam tüm sınavlardan, tüm köklerden temellerden yoksun olsa da.
Koşarken
bakmadı, pembe panjurdan el sallayan dedeye. Dolu dizgin bir uçağa binme telaşıydı
içindeki işte. Onun ki, bizim ki. Oysa insanı ayakları ayakta tutardı, yerin
çekme kuvvetindeki sırla!
Sıyırdıkça
köpüğü; telvesindeki dünyada g’izli olduğumu öğrendim. Yere yakın dibe yakın
içe yakın. Hatırşinas kılan izinden, uçuşan tüm köpüklerden azade. Hatırın kerametini
köpükten alıp zemine yükleyip. Damağımda sahici bir tatla yürüyorum
Cezbeden
fiilin öz haliyle; gösterişten sıyrılan köpükle, ayaklarıma gömülen telve rengiyle.
Yürüyorum
…
Nilüfer
zontul aktaş