Kafe'de zaman değil, zaman kafesi
Varlıklazıtlaşmayısonradanöğrendiinsan.Bırakinsanıkardeştihayvanla.Dosttudenizle, dağla. Tepelerde gülüşerek boy ölçüşür, sonra bir bakarsın halay çekerdi ufukla. Büyük ve sonsuz zamanla, zamansızlıkla zamanlılık, kendisine ayrılan zaman arasında bir salıncakta yaşardı...
Hatırlıyorum da biz önceden, yani varlıkla var oluş biçimlerimizi zıtlaştırmadan önce içinde yaşadığımız zamanı kafesleyebiliyorduk. Hatta güvercin besler gibi beslediğimizi bile söyleyebilirim. Doğrusu bir zaman gelip, karşılıklı, bu kadar vahşi ve yol sormaz olabileceğimiz hiç aklımıza gelmezdi. Muhtemelen yolunu sormamış ve değerini bilmem işliğe karşı hep bu tepkiyle karşılık veriyor, zaman. Halbuki onu daha ziyade "İzninizle, geçebilir miyim?" derken ki edebiyle tanıdık. Dikkat ederdim; iyi bir şey yaparken, onun yarım yamalak kalmasını istemez, güzelce bitirmemizi beklerdi. Ne bizi sıkar ne de sıkılırdı. Zaman... İyi şeylere karşı bizzat duyarlılık gösterir, oluşum aşamasında durup bekler, kaplumbağalaşır, hiç acelesi olmayan bir durma halini alırdı. O vakitler zamanın kalbini dinlemeye kalkışsak -yoksa sonsuzluk geldi de zaman ortadan kalktı mı?-diyecek kadar bile olabilirdik. Fakat hayır, işler güzelce tamamlanmaya yakın, kritik süreci yönetir ve vakit tamam olduğunda da adeta kalkmaya yakın bir tren gibi bizi kendine yetiştirirdi. O zamanların telaşları bile kolay kolay hiç bir detayı ezip geçme edepsizliği göstermezdi. Telaş narsiz midiye bir şey bilmezdik. Her birhareketdigerkıpırtılarlakendiarasındabirahengibirlikteşarkısöylercesinetuttururgibiydi.Ayrıntılarınlbileille de kendine ait az ya da çok bir zamanı, zaman aralığı, zamanlaması, ömürcüğü olurdu. Bırakın özneleri, nesnelerin bile zamanları birbirine çakışmazdı.
Zaman kendisinden geçer fakat insandan geçmezdi. Kalıcı bir şeyler yapmadan çekip gitmeyen, böyle cefenâlâşarak yaşamamıza, yaniölüpgitmemizemüsadeetmeyenbirduruşuvardı.Mutluykenöylesanıldığıgibiaceleetmezdi.Sadece o da heyecanlanır, en küçüğüne, an'a yüklenir, an'a sığışmamız ve tam mutlu olmamız için bizzat gayret sarf ederdi. Hüzünlüyken de saygı duruşunda bulunurdu. Sesetmez, kıpırdamaz, gerekirse aynı noktada çakılır kalırdı.
Şimdi ne oldu da bize bu kadar küstü? Hiç duru durağı olmayan görülmemiş bir hızda yaşamları sağa sola çarpıp fırlatarak ilerliyor. Şimdi ne oldu da herkes "Çok yoğunum" oldu? Şimdi ne oldu da çoğunlukla "Size ayırdığımız zamanın/bize ayrılan zamanın hep ve hemen sonuna geliniyor."? Şimdi ne oldu da herkes "Hiç vaktim olmadı" virdini tekrarlıyor? Şimdi ne oldu da "Keşke zaman bulabilsek, ah bir zaman bulsak" cümleleriyle mazeret mazeret üstüne yaşamayı normalleştirdik?
Üstelik bize ayrılan gerçek zamanın, ömrümüzün ne zaman sona ereceğini bilmiyoruz? Herkes doğum tarihini biliyor, onun üzerine burçlar, uydurma veda yatma kadercikler kuruyor. Aramızda ölüm tarihini bilen hiç yok. Zamanına hangi anda son verileceğini bilmeme rahatlığını hunharca yaşıyoruz. Olgusal olarak ölümü bilmemiz bir gün herkes ölecek şeklinde hafızamızda uyukluyor. Ölümü hatırlamanın yaşamı, yaşam sevincini olgunlaştıran yanını es geçiyor gibiyiz.
Zaman dediğimiz şey; insan özelinde doğumla ölüm, iki beyaz kundak arasında... Adına hayat diyoruz. Bir ömür diyoruz.
Her can doğumu tattığı gibi ölümü de tadacak. Fakat her can yaşamı tadıyor mu? Zamanının tadını biliyor mu?
Sanki zamanı anlar ve onunla barış içinde yaşarsak o tabii tadı alacağız gibime geliyor.