Kadın Sorunu
İstanbul Sözleşmesi üzerine vaktiyle bu köşeden meramımı anlatmaya çalışmıştım. 2017 yılında kaleme aldığım ETCEP Projesi her ne kadar o günlerde pek ilgi alaka görmese de mühim bir projeydi. Bereket versin kaldırıldı.
Demek ki bu meselenin bugünlerde gündeme gelmesi
gerekiyormuş.
Eğitim söz konusu
edildiğinde ailenin değerleri, inançları ve tercihleri pek sorgulanmasa da
muhafazakâr camianın “aile” konusunda hassas olduğu bir gerçektir.
Oysa devlet, eğitim konusunda; “çocuk ailenin değil
devletindir” anlayışıyla çocuklara tek bir ideoloji enjekte eder. Neyse burası netameli bir konu.
Bu yazıda, yapılan tartışmalara katkı olması bakımından
naçizane kadın meselesini ele alacağım.
Neredeyse tüm toplumların temel sorunlarından biridir kadın.
Örneğin, Hristiyan
dinine göre insanlığın “ilk günahı” olarak bilinen ve tüm insanlara miras kalan
bu günahın tek sebebidir. Çünkü kadın, şeytanın insan soyuna giriş kapısı
olarak tanımlanmış ve lanetlenmiştir.
Antik Yunan’da da kadınlar ikinci sınıf insan muamelesine
tabi tutulurdu. Kızların kocalarını
seçmesine izin verilmez, evlilik babanın izni ile yapılırdı ve boşanma tek
yanlı olarak erkeğe verilmiş bir haktı. Miras ise sadece erkek çocuğa
bırakılırdı.
O dönemlerde sanırım bir tane kadın filozof çıkmıştı Hypatia
adında o da taşlanarak öldürülmüştü.
Ortodoks Yahudi
erkekler, her sabah kendilerini kadın olarak yaratmadığı için Tanrı’ya
şükrederler.
Yahudilikte hâlâ inanılan Lilith efsanesini bilirsiniz.
Havva’dan önce yaratıldığına inanılan bu kadın sırf Adem’e itaat etmediği
gerekçesiyle yılan olarak tasvir edilmiştir.
Sofokles, “Susmak
kadının erdemidir” diyor mesela. Immanuel Kant ise felsefe yapabilen bir kadın
için “Ne zaman felsefe yapabilen bir
kadın hayal etsem, onun sakallı olduğunu düşünürüm” demiştir.
Pythagoras’ın olumlu dünyasında erkek, olumsuz dünyasında
kadın baş köşede oturur.
İsa, “Çünkü ben oğul
ile babasının, kız ile anasının ve gelin ile kaynanasının arasına ayrılık
koymaya geldim. Ve insanın düşmanları kendi ev halkı olacaktır” diyor/
dedirtiliyor. (Matta10:35-37)
“Ey Kadınlar, kendi kocalarınıza Rabb’e tabi olur gibi tabi
olunuz. Çünkü bedenin kurtarıcısı Mesih, kilisenin başı olduğu gibi erkek de
kadının başıdır.”(Efesoslular, 5:22-23) “Ve kadınlar toplantılarda
konuşmamalıdır.”( 1. Korintililer,14/34)
Hz. Muhammed (a.s) ise meseleye şöyle yaklaşıyor. “Dünyanızdan bana üç şey sevdirildi”
diyerek önce kadını ve güzel kokuyu anıyor sonra da gözünün nuru namazı
ekliyor.
Yani peygamber önce kadını anarak namazı sonra söyledi.
İbn-i Arabi bunun nedenini; “Kadının varlık alanında belirme konusunda erkeğin
bir parçası ve Hakk’ın aynası olmasındandır” şeklinde yorumlar.
Kadını ilk sıraya koyan
bir peygamberin takipçileri nedense peygamberin vefatından sonra kadını yine
gözden düşürmeye çalıştı.
Allah(cc) “İnanan
erkeklerle inanan kadınlar birbirlerinin dostlarıdır. İyilik ve güzelliği
belirlenene özendirirler, kötülük ve çirkinliği belirlenenden sakındırırlar”
demesine rağmen tuhaf bir şekilde erkek egemen bir anlayışın temelleri atıldı.
Peygamberimizin döneminde birçok kadın üretim, ticaret,
tarım hatta savaş durumlarında bile aktif rol oynarken, kadınlar sosyal hayatın
birçok alanından çekilerek, evlerinin dört duvarı arasında yaşamaya mecbur
edildiler.
Nizamülmülk bile kadınlar için “… çünkü onlar peçelidir ve tam zekadan yoksundurlar” diyor.
Bazı İslam âlimlerinin de buna benzer sözleri mevcuttur.
Bugün biraz da erkek
ilahiyatçıların marifetiyle Anadolu’nun hemen her yerinde ve kentlerde “erkek
egemen bir toplum” anlayışı tesis edildi.
Tarikatların, tekke ve zaviyelerin yozlaşmaya yüz tuttuğu,
bir Ortaçağ Avrupa ürünü olan pozitivizmin din haline getirildiği bir dönemde
kadın, bağlamından kopartılarak bir metaya dönüştürüldü.
Demek istediğim şudur.
Aile ve kadın meselesini oturup derinlikli konuşmamız
gerekiyor.
Soru şu: Bugün yeni
bir sözleşme yazılacak olursa kadını hangi anlayışla ele alacağız?
Hz. Muhammed’in (as) sağlığında yer verdiği kadını mı yoksa
vefatından sonra erkeğin kölesi haline getirilen kadını mı?