KADİM SORUN: VESAYETÇİLİK
Yazılarımda sürekli üzerinde durduğum bir şey varsa, o da ilkelerin egemenliğidir. Toplum hayatına ilkesizlik o kadar egemen olmuştur ki, tam da bu sebeple tüm değerler birden araçsallaşıverir ve değerler dediğiniz şey bizzat insanın yabancılaşmasına sebep olur. Eğitim sistemimiz fazla "hoca merkezli" olmuştur, bu hata dersiniz ve "öğrenci merkezli"liliği savunmaya başlarsınız; ama gel gör ki bir müddet sonra hocaları öğrenci peşinden koştururken eğitimi tükettiğinizin farkına varırsınız. Halbuki doğru olan hocayı da öğrenciyi de belirli ilkelerde buluşturmaktır; yani ilkelerin egemenliğidir.
Türkiye siyasetinin kanaatimce en büyük onulmaz hastalığı vesayetçilik ve ilkesizliktir. Siyaset dışı enstrümanların sürekli siyasete müdahalesi biçiminde somutlaşan ve askeri, sivil formlarda kendisini gösteren vesayetçilik, üç önemli arıza üretmiştir. Birincisi, Devlet içi mafyalar, paralel devlet ve yönetime olağandışı müdahaleler. İkincisi de, kurumların anlam, işleyiş ve ağırlıklarındaki kayıp. Üçüncüsü de, araçsallaştırma ve fırsatçılığın olağanlaşması. Herbirinin ayrı bir inceleme konusu olduğu bu arızalar, neredeyse olağanlaşmış durumda. Diğer bir deyişle; resmi olarak olağanüstü olan bu arızalar gayr-ı resmi olarak ya da pratikte olağanlaşmıştır.
Türkiye siyaseti zaten en açık bu müdahalelerin gösteri alanı olmuştur. Bu modern darbeler, siyaseti sürekli "merkez"in belirlediği çerçeveler içerisinde dizayn etmeye çalışırken, siyasetin resmi kavramları olan demokrasi, insan hakları, halkın egemenliği ise merkezin etrafında günü kurtarmak üzere sürekli tekrarlanan repliklere dönüşmüştür. 28 Şubat Postmodern darbesi ise, merkezin bu dizaynını özü itibarıyla aynı, fakat form olarak farklı biçimde gerçekleştirmeye çalışmıştır. Bu durum, söz gelimi; Meclis (yani halkın egemenliğinin), demokrasi, temel hak ve hürriyetler ile bunların temsil edildiği kurumların etkinliğini azaltmış ve maalesef Meclis'teki ağırlık(lı görüş) bir temsil ve gerçekleştirim ağırlığını ifade etmemiştir.
AK Parti iktidarının özellikle son beş yıllık sürecinde vesayetin sona erdirildiği şeklindeki iyimser hava, son dönemlerdeki operasyonlarla dağılmış görünmektedir. Dolayısıyla Türkiye'nin kadim derdi olan vesayetçilik kendisini tekrar etmeye başlamıştır. AK Parti, eski Türkiye'nin aktörlerini tasfiye ederken beraber hareket ettiği yeni aktörlerin büyümesi ve yayılması sonucu, vesayetçilik sorununun halledilmediğini ve aslında sürekli kendisini tekrar ettiğini bir kere daha görmüştür. Aslında bunun işaretleri, daha önce gelmişti. Şimdi, AK Parti kendi açısından böyle bir gaile ile uğraşırken, ileride vesayeti tekrar üretecek ittifaklara "acil ihtiyaç" kayıtları ile girerse, biz de "kıssatün La Tentehi"yi dinlemeye devam edeceğiz demektir.
Aslında mesele AK Parti ve Cemaat arasında değildir. Cemaat aslında bu kavganın tarafı bile değildir bana göre. Çünkü cemaat, burada kendi iç yapısı itibarıyla da bu vesayetçiliğin bir aracı haline gelmiştir. Yine kanaatimce 25 Aralık'ta gerçekleşmeyen müdahale daha önemlidir 17 Aralık'tan. Çünkü 25 Aralık bir "algı" üretmiştir ve bu algı üzerinden aslında sonuca varılmaya çalışılmaktadır. Bundan sonra başka hamleler olabilir ama bunlar sadece olmuş bitmiş bir meselenin ya da hikayenin tamamlayıcısı bölümleridir.
Şimdi şu sorunu düşünmeliyiz: Meselenin yolsuzluk boyutları sorgulanabilir ve hatta sorgulanmalıdır. Hiçbir dönem hükümeti için yolsuzluk olmadığını kişisel olarak garanti edemem. Yolsuzluk varsa, bunun meşru kanallar yoluyla araştırılması ve hesabının sorulması mutlaka gereklidir. Fakat Türkiye'de geçmişten bu yana maalesef iktidarları yerlerinden etme tavrı birbirine benzer ve genellikle "yolsuzluk"lar üzerindendir. Bu bağlamda, yolsuzluklar Türkiye'de hukuki bir sonuç almaktan ziyade siyasi sonuç almaların manivelası haline dönüştürülmüştür. Siyasi sonuçlar alındıktan sonra da, o yolsuzlukların arkasını kimse aramamıştır.
Şunu görmeliyiz ki, Ak Parti'ye karşı bir vesayet oyunu yeniden sahneye konmaktadır. AK Parti'yi sevmeyebilirsiniz, hatta iktidardan gitmesini isteyebilirsiniz. Fakat bunun yolu vesayetçi bir anlayıştan, siyaset dışı enstrümanların siyasete müdahalesinden geçmez. Türkiye'nin kadim sorunu budur. Bu sebeple, öncelikli olarak vesayetçi anlayışlara karşı çıkmak ve siyasetin doğal işleyişine kavuşması için mücadele etmek, bu işin farkındalığını yaşayan herkes için bir zarurettir.
Hükümeti savunmanın birkaç boyutu bulunmaktadır. Kimileri, hükümeti kendisi için imkan gördüğünden dolayı savunur; geleceğini burada görür. Kimileri başarılı bulmaktadır. Bazısı Tayyip Erdoğan'ı ölümüne sever. Bazıları da bu hükümet "bizden" diyerek sever. Ama ben en sağlıklı savunmayı, hükümeti siyaset dışı vesayetin müdahalesinden dolayı savunmakta görüyorum.
Türkiye'de meşru olarak siyasete müdahil olmak; Parti, seçim ve demokrasiden geçer. Tayyip Erdoğan ve AK Parti'yi eleştiriyor olabilirsiniz ama, siyaset dışı yollarla devrilmesinin karşısında olmak zorundasınız. Dolayısıyla savunduğum şey; Türkiye'nin meşru siyaset kanallarıdır, Türkiye'nin olağan siyaset yörüngesine oturmasıdır.