Kaç Paralık Olduğumuza Dair
İnsanın gelişim psikolojisi ve şahsiyet olmasının ölçümü, keyfiyyeti/niteliği üzerine bir iki söz etmeli. Sayılamayan ve sözlü olarak ifade edilebilen bir şey bu. Fakat insanın Yüce'sinin ve en azından kendi onursal varlığının karşısında saygınlığını sağlayan da bir şey...Psikoloji kendisinin deneysel ve pozitif olduğu iddiasıyla bunu da ölçülebilir bir şey olarak düşünmüş olabilir, ancak ben daha ziyade inandığı değerlere göre kendini ölçüp biçen insanı esas alacağım. En çok ta görünmeyen "tartı"ların, mizanın dünyevi gözle görünebilir olan yanından bakacağım.
İnsanı insan yapan ve onu diğer insanlardan önce, -elbette- diğer varlıklardan ayıran kalitesine ve kaliteli bir insan olma çabasına yapışmış çağlarca nükseden bir rahatsızlığa değineceğim.
Hepimiz "Nasıl daha nitelikli, kaliteli bir insan ve toplum olabiliriz?" sorusu üzerine kurduk hayatımızı. Temellerimizi sağlama almak için ise sorgulamalar hep var, hep olacak...
Mesela hayatımızın en önemli sorularından biri, yaratılmış, vehbi, verili imkanların üstüne bir de insan emeğiyle geliştirilmiş manevi imkan anlamını verdiğim niteliğin, nitelikli olma ve kalmanın, maddi imkanla gizliden bir geçimsizliğinin olup olmadığıdır. Bu çekişmeyi hissetmem, ne zaman ikisi bir araya gelse niteliğin kaybolması hakikatinin defalarca ispatlanmış bir hayati tecrübe olmasıyla yakından ilgili...Neden nitelikli bir insan, imkana kavuşunca eskisi gibi ve kadar saf tadında olmaz ve kalamaz. Neden zirvede, -kendi zirveciğinde bile- genel anlamda ilkelerinden, insani duruşundan taviz verir. Taviz ve ilkesizlik, her zaman zirvenin -sözüm ona- gayri meşru bedeli midir?
Böyle asli, asil bir unsuru taşımakla yükümlü insanın, ürettikleri için imkana muhtaçlığı, kendi başına her ne kadar var olsa da, varlığının devamı, ürettiklerinin paylaşılması, bilinir olması ve yaygınlaşması için imkana gebe olduğu aşikar.
İşte tam bu noktada oluyor olanlar. Olmamasını istediğimiz şeyler. İmkana kavuşan ve imkandan önceki saf duruşunu, imkan sonrası koruyamayan da nitelikli insanın ta kendisidir. Ve artık safiyetini bozduğu için nitelikli olmasından da bahsedilemez.
Bu düşünceler mükemmeliyetçiliğin olağanüstü hezeyanları değildir. Sanmam... Sadece -olabildiğince en üst noktaya varabilir miyiz?/ahseni takvim - düşünün sorgulanmasıdır. Ya da düşüşlerimizin çok insani olduğunun kabulü ve en azından, hiç değilse en üst noktaya düşmenin hayalini kurma çabasıdır.
Ne zaman özellikle varlığının, sağlığının bir eseri olarak ortaya koydukları üzerinden bir insanın kalitesinden, niteliğinden, iyi vasıflara sahip olmasından söz edilse, onların işte imkanla buluşturulmasının gerekliliği de, acilen eklenir. Gelişimin, gerçek başarının başka türlü mümkün olmayacağı hep beraber sallanan başlarla tekrarlanır. Ancak imkanına kavuşan nitelikli için, bu kavuşma ertesinde kendisini korumak ta imkansızlaşmış gibidir. Yani bütün gelişim ve olgunlaşmasının tersine bir inişe doğru, geri dönüşe doğru yola çıkmış olduğu kesin gibi....Hatta bazen öyle noktalara gelinir ki; keşke nitelik kendi münzevi hayatında saklı kalsaydı, daha yaygın halde var olma kaygısına düşmek için maddi değerler kudretine el açmasaydı, bile dedirtir.
İkisinin bir araya gelmesinden mi doğar medeni insan ve medeniyet?
Yoksa asıl medeni olma niteliğin zenginliği, karakterin az ve öz bereketiyle kavrularak, tabii yollar açıldıkça temkinle ilerlemek, açılmadıkça bunu nimet bilip durmak; fakat duruşundan feragat etmeksizin durmak mıdır?
Maddi imkanlara kavuştuğumuzda neden illa manen eksiliyoruz? Çok Türkçe bir soru bu. Hepimizin sorusu...Neden maddeyi manamızla yoğurmuyoruz da, maddi kazancımız karşılığında manevi kayıplar vererek yoruluyoruz. Neden çok kazanırken sıfırlanıyoruz? Bu çekişmenin hakkından gelen niçin sayılamayacak kadar az?
Sorular...Sorular...Sorular...
Bakalım cevabımızı, yani hayatımızı nasıl vereceğiz?