Kâbe tevhid ruhunun sembolü
“İnsanlar
içinde Haccı duyur; gerek yaya, gerek uzak yollardan gelen yorgun düşmüş
develer üstünde sana gelsinler”(Hac, 27) çağrısının yapıldığı günden beri
İbrahim’in milleti, Son Peygamber’in ümmeti su gibi aşk menziline akıyor.
“Hacerü’l Esved’de kulluk misakını
tazeleyip, “ben” olarak girilen
sonsuzluk girdabında “küllî”ye ulaşılarak,
“hakikat”e erişiliyor.
Dinî inanç
güdülerek kutsal mekânlara gerçekleştirilen yolculuklar; en eski, en meşakkatli
ve en uzun yolculuklar olarak daima tarih sayfalarında yerini almıştır. Bu
yolculukların en önemlisi, İslâm dininin beşinci şartı olan “Hac”dır.
Tarihî
olgusu Hz. İbrahim’e kadar uzanan bu yolculuk sayesinde dünya Müslümanları
zaman ve mekân şuuruyla kendilerini yeniden keşfetme imkânı bulmaktadır. Bu
yönüyle Hac; arınma ve dirilmenin miladıdır.
*
Yaşadıkları
ve sevdikleri her şeyi arkalarında bırakarak yeryüzünün çekim merkezine
yönelenlerin “bilgelik şuuru” ve “sabır” azığıyla varacakları nihaî
hedef, arşın altında kurulmuş olan ilk ev Beyt-i
Âtik’tir.
Burası
Allah’ın yeryüzündeki evi Beytullah’tır.
Burası
şehirlerin anası Mekke’nin kalbidir.
Burası
âlemlere rahmet olarak gönderilen “Son
Peygamber”in, aşkıyla yanıp tutuştuğu gurbetidir.
Burası
insanlığın hidayet ve bereket sembolüdür.
Burası “ihtiyaçlılık bahçesi”nden “ihtiyaçsızlık bahçesi”ne açılan
kapıdır.
Burası hem
mal, hem de bedenleriyle cihad edenlerin; dağları, taşları, ovaları, vadileri,
ırmakları, ummanları aşarak gelip gölgesine sığındığı Kâbe’dir.
Burada
Melekler semada Beyt-i Ma’mur’u
tavaf ederken, tam altında da Allah’ın halifeleri tevhid girdabında birer
anafora dönüşür. Ve sırlarla donanmış yolculuk sahnesinde ibret dolu görüntüler
yeniden canlanır. Bu canlandırmayı doyasıya yaşayabilmenin yolu “Kutsal Topraklar”da cereyan eden dinî,
tarihî, coğrafî ve sosyal olguları iyi algılamaktan geçer.
*
Mekke;
haremine sığınan her canlının emniyette olduğu, kıyamete kadar güneşi parlayacak
olan kadim belde. Mescidü’l Haram’ın
ortasındaki yer Kâbe ise Rahmet
nehirlerinin varacağı en son nokta.
Dünya
kuruldu kurulalı gözler ne saraylar, ne köşkler, ne mâbedler gördü. Fakat onca
ihtişamlarına rağmen hiçbirisi Kâbe gibi gönüllerde taht kuramadı. Ve arının
bal yapmak için kovanın etrafında oğul vermesi misali bu kadar insanı
çevresinde toplayamadı.
Kâbe-i Muazzama; varlığımızın, aşkımızın,
imanımızın, namazımızın, gece ve gündüzümüzün velhasıl ömrümüzün kıblesi. Dünyanın en büyük medeniyet merkezi.
*
Safâ’dan
Merve’ye ana Hâcer gibi telaş içinde koşup, biricik İsmail’e verilen “zemzem”dem kana kana içerek Rabbe
şükretmek…
Hira’daki vahyi dinleyip, kuşların
yuva yaptığı Sevr Mağarası’na hicret
etmek…
Arafat’ta kendimizi bulup, Meş’arü’l Haram’da aşka dalmak...
Minâ’da şuur
zırhını kuşanıp İblis’i yok etmek!..
Ve seferden
zaferle çıkıp yeniden aşk menzilin(d)e dönmek…
Yine,
yeniden bir kez daha Kâbe’ye, onu yücelten örtüsüne yüz sürmek…
Bir daha… Bir
daha… Sonsuza dek.
***
FİL VAK’ASI
Geçtiğimiz
günlerde Boğaziçi Üniversitesi’nde Kâbe fotoğrafını yere sererek, görselin
üzerinde Şahmeran figürü ve resmin dört köşesinde de farklı LGBTİ+ (lezbiyen,
gey, biseksüel, trans ve interseks) bayraklarına yer verilmesi hayasızlıkta,
pervasızlıkta sınır tanımayanların ne kadar azdıklarını gösteriyor. Tarihte
daha önce bu türten sapkınlıklar yaşanmış, fakat Kâbe’nin Sahibi evini
kullarının yardımına ihtiyaç duymadan korumuştur. Bu minvalde “Fil Vak’ası”nı bir kez daha
hatırlayalım.
*
Fil Vak’ası,
İslâm’dan önce cereyan eden ve Kâbe’yi yıkmak için yola çıkan bir ordunun
başına gelen olağanüstü bir hadisedir. Tercih edilen görüşe göre Peygamber
Efendimiz, Fil Vak’ası’nın meydana geldiği yılda doğmuştur. Bu olay
peygamberlik öncesi, Peygamberler vasıtasıyla görülen tabiatüstü olaylardandır.
İbn-i İshak’ın ve İbn-i Hişam’ın naklettiklerine göre Fil Vak’ası özetle şöyle
cereyan etmiştir:
Habeşistan’ın
Yemen’de bulunan genel valisi Ebrehe, Yemen’in San şehrinde “Kulleys” isminde bir kilise
yaptırmıştı. Ebrehe’nin yaptırmış olduğu bu kilise o zamanda misli bulunmayan
bir kiliseydi. Ebrehe bu kiliseyi yaptırdıktan sonra Habeşistan Kralı Necaşi’ye
şu mektubu yazmıştı: “Ey kral, ben öyle
bir kilise yaptırdım ki, senden önce hiçbir kral için böyle bir kilise
yaptırılmamıştır. Bu kiliseyi tamamlayınca hemen Arap Hacılarını buraya
çevireceğim.”
Araplar,
Ebrehe’nin Necaşi’ye yazdığı bu mektubu duyunca aralarımda bu meseleyi konuşmaya
başladılar. Bu sırada Fukeym b. Adiy oğullarından bir adam bu olaya kızdı. Bu
kişi, Kulleys Kilisesi’ne vardı ve onun içine girerek oraya pisledi. Sonra
çıkıp memleketine gitti. Durum Ebrehe’ye bildirildi. Ebrehe: “Acaba bunu kim yaptı?” dedi. Ona
şöyle dediler: “Bu işi, senin Arap Hacılarını buraya çevireceğine dair sözünü
duyan bir Arap yaptı”. Bunun üzerine Ebrehe hiddetlendi ve Kâbe’nin üzerine
yürüyüp orayı yıkacağına dair yemin etti. Habeş asıllı olan ordusunun
hazırlanmasını emretti. Sonra filiyle birlikte ordusunu Kâbe’ye doğru hareket
ettirdi.
*
Ebrehe,
Habeşlilerden, süvarilerin komutanı olan Esved b. Masdu’u önden gönderdi.
Esved, Mekke’ye varınca Tihame’de bulunan Kureyşlilere ve diğerlerine ait
hayvanları toplayıp Ebrehe’ye götürdü. Bu hayvanların içinde Abdülmuttalib’in
ikiyüz devesi de vardı. Bunun üzerine Abdülmuttalib, Ebrehe ile görüşmek
istedi.
Ebrehe onu
görünce saygı gösterdi. Tahtından inip halının üzerine oturdu. Abdülmuttab’i de
yanına oturttu. Sonra tercümanına dedi ki: “Sor bakalım ne istiyor?” Tercüman Abdülmuttalib’e sordu.
Abdülmuttalib bu soruya cevaben: “Benim
isteğim, kralın el koyduğu iki yüz deveyi bana vermesidir” dedi. Tercüman bunu anlatınca Ebrehe tercümana:
“Ona de ki: “Sen, elime geçen ikiyüz deve hakkında benimle konuşuyor da, senin
ve atalarının dininin timsali olan Kâbe’yi yıkmak isterken benimle o hususta
konuşmuyorsun.”
Abdülmuttalib
ona: “Ben develerin sahibiyim. Kâbe’nin
de sahibi vardır. O da onu koruyacaktır” dedi. Abdülmuttalib ve
beraberindekiler Ebrehe’nin yanından ayrıldı.
*
Abdülmuttalib,
Kureyşlilere gidip durumu bildirdi ve onlara, ordunun saldırısından korkarak
Mekke’yi terketmelerini, dağların başlarına ve vadilere çekilmelerini emretti.
Sonra Kâbe’nin kapısının halkasından tutarak bir kısım Kureyşlilerle birlikte
Allah’a dua etti.
Bir sabah
Ebrehe, Mekke’ye girmek için hazırlandı. Filini ve ordusunu teçhiz etti. Filin
ismi “Mahmud” idi. Ebrehe Kâbe’yi
yıktıktan sonra Yemen’e dönmek niyetinde idi. Fil Mekke’ye doğru yöneltince
çöktü. Kalkması için filin başına balta ile vurdular. Fil diretti. Sopalarla
dürtüp karnını kanattılar. Yine diretti. Başını Yemen’e doğru çevirince hemen
kalkıp koştu. Şam’a ve doğuya doğru çevirince de aynı şeyi yaptı. Fakat onu
Mekke’ye doğru çevirdiklerinde yine çöktü.
*
Ne olduysa
bu olaydan sonra oldu. İşte tam bu sırada Allah onların üzerine deniz
tarafından kırlangıçlar gibi kuşlar gönderdi. Her kuş, biri ağzında ikisi de
ayaklarında olmak üzere nohut ve mercimek tanesi kadar üç adet taş getiriyor ve
Ebrehe’nin ordusunun üstüne atıyorlardı. Bu taşlar kime isabet ederse onu helak
ediyordu. Taşlar ordunun tümüne isabet etmemişti. Sağ kalanlar kaçışıyor ve
geldikleri yoldan geri dönmek için o yolu arıyorlardı. Kendilerine Yemen’in
yolunu göstermesi için Nüfeyl b. Habib’i soruyorlardı. Nüfeyl ise, Allah’ın
onları cezalandırmasını görünce şöyle demişti: “Nereye kaçıyorsunuz Allah kovalıyor, Ebrehe mağlup olmuş duruyor.”
Azgınlıkta
sınır tanımayan Ebrehe’nin ordusu yollara döküldü. Her tehlikeli yerde ve su
başlarında helak oluyorlardı. Ebrehe de yaralıydı. Onu da beraberlerinde
götürüyorlardı. Parmakları dökülüyor onların yerlerinden kan ve irin akıyordu.
Onu San’a’ya götürdüklerinde yumurtadan çıkmış civcive dönmüştü. Sanıldığına
göre Ebrehe göğsü yarılıp kalbi görülünceye kadar ölmedi.
Allâhu
Teâlâ, Hz. Muhammed’i peygamber olarak gönderince Kureyşlilere olan lütuf ve
nimetlerini bildirdi. Ve bu nimetlerin içinde Kureyşlileri Fil sahibi Ebrehe’ye
karşı koruduğunu, Şam ve Yemen’e, kış ve yaz yaptıkları ticari seferlerini muhafaza
ettiğini bildirdi. Fil Sûresi işte bu hadiseyi beyan etmektedir.
*
Rahmân ve
Rahîm olan Allah’ın adıyla.
“Rabbinin fil sahiplerine ne ettiğini görmedin mi? O, bunların düzenlerini boşa çıkarmadı mı? O, bunların üzerine sürülerle kuşlar gönderdi. Ki, onların üzerine pişkin tuğladan taşlar atıyorlardı. Nihayet onları, yenik ekin yaprağı gibi yapıverdi.” (Fil Sûresi, 1-5)