İyi bilirdik!
Bir şeyleri kazanmak için harcanılan zamanı, geri almaya kalktığımızda bakiyemiz yetersiz kalıyor. Hangi hesabı kontrol edersek edelim, avucumuz boş bir şekilde dönüyoruz tüm kapılardan. Sonra dönüp arkamıza baktığımızda şimdiki halimize pişmanlıklar büyütüyoruz. Bunun da adına yaşamak diyoruz.
Her ne kadar ders
alınmış başarısızlık, başarı olarak kabul ediliyor gibi görünse de, kimsenin
başarısızlığından ders çıkardığı falan yok aslında. Herkesin yaptığı tek şey,
züğürt tesellisi!
İnsan, bütün
yenilgilerinden sonra kendini avuta avuta, elinde kalanları da avantaja
çevirmek yerine avantaya harcıyor. Krizlerden fırsat çıkarmak bir yana dursun,
sorunların kendisiyle boğuşarak çamura saplanan araba misali olduğu yerde
bocalayıp duruyor. Bu da yenilginin şiddetini arttırmaktan bir şeye yaramıyor.
Hayat ile
senkronize bir şekilde yaşamak yerine sürekli onunla mücadele ederek geçiriliyor
ömür. Hayat ile senkronizasyonunu kaybeden insan da hayatla yaptığı bütün maçlardan
hükmen mağlup ayrılıyor.
Mağlubiyetlerinin
nedenlerini sorgulamaktan ziyade bir sonraki maçlara umudunu bağlayarak kavramlarla
süslediğini zannettiği hayatının temellerini avuntular üzerine kurduğundan
beridir bütün depremlerden korkarak yaşıyor.
İnsanın en büyük
tesellilerinden birisi de sanırım, hala nefes alıp veriyor olduğunu söylemesidir.
İnsan, “Yaşıyorsam, umut hala vardır!”
derken bile yenilgilere kulak kabartmak yerine yarına göre hesapların içinde
umudunu büyütüyor.
Hangi çemberden
geçerse geçsin, adına ateş çemberi denen zorlu hayat koşullarında, bir yanını
yangına vererek yarınlara ulaşıyor. Eksile eksile eksik kalıyor ve bir zaman
sonra eskinin tozlu raflarındaki yerini alıyor.
İnsan, doğum ile
ölüm arasındaki ayrıntıda yaşamak adındaki çizgi üzerinde ip cambazı ustalığıyla
yürürken arkasına bakınca dengesinin bozulacak olmasının ürküntüsüyle hep ileri
bakmanın zorunluluğunda teselli nöbetleri büyütüyor ruhunda.
İp kopunca, insan,
bütün teselli, yanılgı, yangın, umut adına yaşadığı her şeyden soyutlanır.
Sonra da arkasından kendisi için sorulan tek bir soruya, kendi cevap veremeden
göçüp gidiyor. Aslında her an, her gün kendisine sorması gereken soruyu, şimdi
onun arkasından soruyorlar. Sorunun kendisinden ziyade cevabının önemli olduğu
yerde geçiştirilen bir an olarak asılı kalıyor hayat duvarında.
Sahi, sorunun
cevabını verenler, ne kadar doğru söylüyor? Ne kadar samimiler cevaplarında?
Doğru şıkkı bile bile yanlış şıkkı, hatıra binaen mi işaretliyorlar? Peki,
yanında hatırı olmayanların hatırasına, ne kadar tahammül edebilir insan? Hatır
ile hakikat arasında ikilem yaşarken, geçiştirilen bir cevaba sığdırıyor
duruşunu.
Burası dünya!
Sorular yumağı! Sorular üst üste binince altta kalanın canı çıkıyor. Can çıkınca
geri kalan hiçbir şeyin de hatırı kalmıyor.
Bir tahtanın
içinde, beyaz bir beze sarılı halde, musalla taşında boylu boyunca uzanırken
karşınızda, kaç zamandır tanıdığınızı iddia ettiğiniz eşinizi, dostunuzu,
ailenizden birini veyahut herhangi birini... İmam dönüp de size “Nasıl bilirdiniz?” diye sorduğunda, en
ufak muhalif bir sese tahammül olmadan koro halinde “İyi bilirdik!” dediğinizde ne kadar gerçekçi oluyoruz? Şayet
verdiğimiz cevap yanlış ise kimi kandırmış oluyoruz? Kendinizi mi,
musalladakini mi, imamı mı? Bunun cevabını kendinize veredurun, ancak unutmayın
ki, sizin birisini nasıl bildiğinizden ziyade, o kişinin nasıl olduğudur önemli
olan.
Yine de bizim şahitliğimizin
amacı Peygamber Efendimizin (SAV) hadisine muhatap oluşumuzdur. Peygamber
Efendimiz (SAV), yanından geçen iki farklı cenaze için orada bulunanların,
birini hayırla, diğerini de kötülükle anmaları üzerine hayırla anılana
cennetin, kötülükle anılana ise cehennemin vacip olduğunu bildirerek, “Müslümanlar,
Allah’ın yeryüzündeki şahitleridir.” buyurmaktadır.
Şahitliğimize
sadakat göstermek elzemdir. Bu sebeple arkamızdan “İyi bilirdik!” diyecekleri yalancı çıkarmayacak bir hayat yaşamamız
dileğiyle. Vesselam.