İyi Anne, İyi Baba!..
Sizin evde böyle değildir ama görüyorsunuzdur;
Bebeklerin önlerinde cep telefonları, habire çizgi film
izliyorlar.
“Çocuk büyütmenin”
en kolay yolu.
Önündeki görüntülere kilitlenen yavrucak ne ağlıyor, ne
sızlıyor, ne de “huysuzluk” ediyor.
Orayı burayı kurcalamak yok, onu bunu dağıtmak, kırmak
dökmek yok.
“Yaramazlık”
etmek yok.
Ekrana kilitlenmek var.
Büyük rahatlık!..
*
“Rahatlıkta zahmet,
zahmette rahatlık var” malûm.
Bir aile sohbetinde dinledim:
Babaanne küçük torunlarına “namaz surelerini” ezberletiyormuş.
Gelinlerden biri bebeğini cep telefonuyla dört yaşına getirmiş, diğeri ise
televizyon bile seyrettirmemiş.
Babaanne, “Telefon, televizyon
görmeyen bebek zehir gibi ezberliyor ama diğerinin ilgisini, dikkatini asla ezbere
çekemiyorum. Artık çaresiz, telefondan ezberletmeyi deniyorum ama yine de olmuyor.
Diğeri ben söyleyince hemen kapıyor, ama bu çocuk yok, olmuyor. Çok akıllı
olduğunu görüyorum, her lâfı çok iyi anlıyor ama ezberi yok!”
Çocuklardan birinin ezberde bu kadar sıkıntı çekmesinin tek
sebebi televizyon-telefon bağımlılığı
mıdır bilemem.
Lâkin kendimden bildiğim bir durum var.
Eskiden uzun bir makaleyi bir kez okuyunca neredeyse noktalarına,
virgüllerine kadar hafızaya alırdım.
“Sözel” derslere,
öğretmen sınıfa gelmeden önce, 15’er dakika kadar çalışırdım ve her seferinde
de konuyu anlatmak için parmak kaldırırdım.
Cep telefonunun olmadığı yıllarda gazetecilik yaparken,
aradığım numaraların neredeyse tamamı aklımda kalırdı.
İlk çıkan cep telefonlarının hafızaları sınırlı olduğundan
az sayıda numara kaydedebilirdik, bundan dolayı da ezberimde kalanlar vardı.
Sonra sonra…
En yakınlarımın bile telefon numaralarını aklımda
tutamamaya, daha doğrusu tutmaya başladım.
Bu kitap okumalarımdan aldığım verime de yansıyan bir durum;
kolay kolay dikkatimi veremiyorum artık.
Aklım hemen dijital dünyaya kayıyor, “kitabın özeti olsa da kısa sürede halletsem işi” diye
düşünüyorum!..
Beynim tembelleşti yani, kolaya alışınca böyle oluyor.
Acaba, çocuklarımıza en az 4 yaşına gelinceye kadar cep
telefonu vermesek, hatta televizyondan çizgi film izlettirmesek?
Diyeceksiniz ki,
“Telefondan,
televizyondan öğrenecekleri de var ama!”
Vardır belki, ne
kadar vardır bilemem de…
Zararının çok daha fazla olduğu şüphe götürmez.
Bunca yıldır bilgi-yarışma programları izliyoruz, kaç soru
ve cevabı aklımızda kalıyor Allah
aşkına.
Öylesine bakıyor, vakit geçiriyor, o an için meraklanır gibi
oluyoruz…
Ve sonra, unutuyoruz!
Evet, her şeyi Devlet’ten
beklemek yerine, bebeklerimizi beyinlerini uyuşturan maddelerden mümkün
olduğunca uzak tutabilir miyiz?
Onlara, güzel masallar hikâyeler okuyabilir miyiz?
Onlarla sohbet edebilir miyiz?
Saçma sapan dizilere, yemek yarıştırma programlarına, şu bu
faydasız (dahası zararlı) işlere ayırdığımız vaktin hiç olmazsa yarısını
çocuklarımızın “ruhi ve fikri
gelişimleri” için tahsis edebilir miyiz?
Kolay iş değil elbette, önce kendini geliştireceksin ki
çocuğa bir şeyler verebilesin.
“Efendim bize
zamanında ne verdiler ki… Eğitim iyi olsaydı biz de iyi olurduk!”
İnsanoğlu kendisini savunmakta, hatalarına
-eksikliklerine mazeret üretip durmakta,
topu başka yerlere atıp sıyrılmakta gayet mahir.
Zorluğa göze alıp kendine çeki düzen verme , kendini
geliştirme faaliyetine girişmek yerine “sisteme” yüklenmek hem kolay, hem de
rahatlatıcı.
“Ben bir şey almadım
dolayısıyla çocuklarıma da fazla bir şey veremem!”
Oldu, tamam.
Haklısın.
Böyle devam et!
************
ÇOCUKLARA ABUR CUBUR!
Malûm;
Ruh, beyin, beden sağlığı için “beslenme” de çok çok önemli malûm.
Bakıyorum, çocukların önlerinde cips denilen “yanık yağ” ürünü kanserojen yiyecekler…
Şekerlemeler, bisküviler, ıvır zıvır şeyler.
Sarı kolalar, siyah kolalar, meyve suyu adı altında zararlı
içecekler…
Bir insan bebekliğinden itibaren böyle “beslenirse” sonuç nereye varır?
Anneler, babalar bebeklerinin önlerine cep telefonlarını,
kanserojen yiyecekleri koysunlar…
Sonra da…
Eğitim kötü!..
Evet, eğitimde sıkıntılar var da…
Ya bizlerde?
*
Başka sıkıntılar da var, hem de ne çok.
Mesela, imkânı olan bir yerlere “tatile” gidiyor, dünyanın da parasını harcıyor.
Ben, imkân olduğunda hemen köylere gidiyorum, yanıma ne
kadar bebek alabilirsem o halde.
Oralarda nineler, dedeler var; güzelim hayvancıklar var…
Köylerimiz eskisi gibi değil elbet, bitişe doğru gidiyor
çoğu…
Böyle ama, yine de bir şeyler var.
Evin önündeki ateşte ekşi kaynatanları izlemek büyük zevk,
ruhu dinlendiriyor.
Etraftan bir şeyler topluyorsun, dalından bir şeyler
tadıyor, tattırıyorsun.
Bebek, erişebildiği yerlerden bir şeyler kopartınca gururla
etrafa bakıyor.
İlk geldiğinde dikenlerin batmasından korkuyor ama birkaç
günde elini kolunu çizdirmeden yürüyebilmenin yollarını öğreniyor.
Önüne bakmadan yürüğünde düşüyor, ağlıyor.
Ona yürürken nelere dikkat etmesi gerektiğini söylüyorsunuz.
Hayatta işine çok yarayacak dersler alıyor.
Çocukları, “tatil”
diye, bağırtıların birbirlerine karıştığı, vıcık vıcık terli mekânlara götürmek
de var, o vakti bir köyde geçirmek de…
“Herkesin köyü yok!”
evet ama her köy aslında bizim köyümüz.
Bir komşumuzun köyü de bizim köyümüz olabilir zamanla,
ararsan Allah’ın izniyle bulursun.
*
Buraya kadar “çocuk
gelişimi” için üç adımdan bahsettim:
1-Telefondan, televizyondan mümkün olduğunca uzak tut,
2-Zararlı yiyeceklerden uzak tut,
3-Fırsat buldukça köylere götür. İmkân varsa, günü birliğine
de olsa, köy göster.
*
Bunların çocuğa faydası olur mu olmaz mı?
“Olmaz” diyenler…
Bebeklerinin önüne bir telefon, bir paket de cips koymaya
devam etsinler!