İTO yitik hazinelerin izini sürüyor
İstanbul
Ticaret Odası (İTO) tarafından yayımlanan “İstanbul’un
Kültürel Yüzü-Cağaloğlu, Sultanahmet, Beyazıt” eseri başkan Şekib Avdagiç
beyefendinin himmetiyle tarafıma ulaştırılınca 11 yıl öncesine gidiverdim.
O dönemde
İTO Yönetim Kurulu Başkanı Murat Yalçıntaş, başkanvekili ise sayın Şekib
Avdagiç’ti. Yalçıntaş döneminde bazı olayların yaşanmasının ardından göreve
gelen İbrahim Çağlar 2017’de kalp krizi geçirerek hayatını kaybetti. Nisan 2018’de
bayrağı Şekib Avdagiç beyefendi devraldı.
Makamlar
geçici, başkanlar emanetçi, kurumlar ise sahip çıkıldığı kadar bâki... Bazen
nefeslenmek için mâziye baktığınızda, bâkiye taşınan eserlerle baş başa kalıverirsiniz.
***
Dersaadet
Ticaret Odası’nı 1882’de kurarak gelecek nesillere miras bırakan Ulu Hakan
Sultan 2. Abdülhamid Han’ın emanetine sahip çıkan İTO’nun medeniyet tasavvuru
ile 2010 yılında yayımladığı “Geçmişten
Günümüze İstanbul Hanları” isimli eserin ortaya çıkardığı kaybolmaya yüz
tutmuş hazinelerimizin gölgesinde tıpkı 11 yıl önceki gibi bir keşfe çıkıyorum.
Fakat yalnız değil, sizlerle beraber...
*
Medeniyetimizin
temel taşları “vakfiye”lerimiz hâlâ “tek parti zihniyeti”nin silinmeyen
esaret izlerini taşıyor. Mısır’ı nasıl Nil’siz düşünmek mümkün değilse,
İstanbul’u da Haliç’siz düşünmek mümkün değildir. 8000 yıllık tarihi boyunca üç
büyük (Roma, Bizans ve Osmanlı) imparatorluğa payitahtlık yapan İstanbul,
özellikle yarımadasındaki “yitik hazine”lerini
hâlâ dünyanın dört bir yanından gelenlere sergilemeye devam ediyor.
Gecekondular,
alışveriş merkezleri, plazalar ve rezidansların; tarihi eserleri ve buralarda
yaşayan kültürü yok etme kavgası her gün biraz daha kızışıyor. Bu yaşanan
olumsuzlukların ana sebebi tabii ki, yeni ev sahiplerinin savruk fikirlere
teslim olmalarından kaynaklanıyor. Fakat bu şehir biliyor ki, her şey aslına
rücû edecek ve kendini hak edecek sahipleri tekrar gelecek.
Doğu ve
batıya dair en güçlü medeniyetlerin izlerini kendisinde toplayan İstanbul, bu
özelliğiyle dinî, tarihî, mimarî, ticarî ve kültürel motifleri anaç bir şehir
olarak tozlanmayan raflarında barındırıyor. İnsanların, bu şehri ağzı açık
izlemelerindeki en önemli faktör, beldenin “açık hava müzesi”nde barındırdığı eşsiz zenginliklerinden
kaynaklanıyor. Özellikle yarımadadaki; saraylar, cami ve külliyeler, kiliseler,
çeşmeler, hamamlar ve hanlar...
Evet hanlar
bile...
Osmanlı’nın
Afrika, Asya ve Avrupa Kıtası’nda hâlâ isminin zikrediliyor olması “Vakıf Medeniyeti”ni zirveye
taşımasından kaynaklanıyor. Her gün bu medeniyete ait bir eser ortadan
kaldırılıyor, fakat buna rağmen yine de bu medeniyetin izleri silinemiyor. Ve
günümüz Türkiye’si hâlâ geçmişten gelen zenginliklerin kaymağını yiyor. Yerken
de eksilen ve eskiyenlerin yerine yenisini koyamıyor; hem ahlâkî, hem kültürel,
hem tarihî, hem ticarî zihin “durma
noktası”nda oyalanıyor. “Medeniyet
tasavvuru”ndan yoksun bir toplum yetişiyor.
Oysa aslolan
hayat, fakir düşmeden önce zenginliğin kıymetini bilmektir. Dilerseniz diğer
zenginliklerimizi bir kenara bırakıp, sadece İstanbul’un “hanlar tarihi”ni ele alalım. O bile bizi hayal edemeyeceğimiz nice
ilginç mecralara taşıyacaktır.
*
Osmanlı’nın
mimarî anlayışına uygun olarak 18. ve 19. yüzyılda inşa edilen hanların büyük
bir bölümü, asliyetinden uzak ve virane bir şekilde günümüze ulaşmayı başarmış.
Ve bu hanların çoğu “Tarihî Yarımada”yı
gerdandaki inciler gibi süslemekte.
Evet,
İstanbul’un modern(!) semtlerinde bir heyula gibi yükselmeye devam eden kimliksiz
plazalara, rezidanslara, alışveriş merkezlerine rağmen hâlâ onlar İstanbul’un
süsü... Ticaretin atardamarları... Bunu iyi anlayabilmek için bu atardamarları
arşınlayıp Kapalıçarşı’dan Mahmutpaşa’ya, Perşembe Pazarı’ndan Karaköy’e doğru
biraz yürümek gerekir.
Hanlar; vakfiyeleri ayakta tutan en
önemli unsurlar olmanın yanında, mimarî özellikleri, içindeki tacirleri,
sarrafları, ticaret erbâbları ve meslekleri ile hayatın merkezine giden en
kalabalık uğrak yerleri olmuş. Her gün sokaklarından geçtiğimiz, isimlerinden
bîhaber olduğumuz yüzlerce tarihî han; ya kapıları kilitlenmiş, ya geçmişin
derinliklerinde kalıp unutulmaya yüz tutmuş, ya da loş ışıkların örümcek
ağlarından odalara sızdığı fare yuvaları haline gelmiş. Öyle gizemli bir dünya
ki, bir giren pişman, bir de girmeyen...
Âşık Veysel
bir şiirinde: “Uzun ince bir yoldayım /
Gidiyorum gündüz gece // İki kapılı bir handa, / Gidiyorum gündüz gece...”
diyerek, ana rahmi ve dünyayı hana benzetmiş. Hanların bu anlamda hem
insanlığın hem de “medeniyetlerin
hafızası” olduğu bir gerçek olarak gözümüzün önünde durmakta.
*
İşte bugün
fark edemeden yanından geçip gittiğimiz bu hanların birçoğunun yapımı İstanbul’un
fethinden başlayıp, 20. yüzyılın başlarına kadar devam etmiş. 19. yüzyıl öncesi
inşa edilen hanların büyük bir bölümü günümüze ulaşamamış.
14. yüzyılın
başlarında İstanbul’u ziyaret eden Faslı seyyah İbn-i Battûta tarihe şu
kayıtları düşmüş: “Kapalıçarşı’nın
olduğu bölgede her zanaat erbabının kendilerine mahsus yerleri var. Çarşının
kapıları geceleri kapatılıyor. Türkler tarafından inşa edilen mekânlarla bu
bölge; Haliç kıyılarına kadar yayılmış ve “Hanlar Bölgesi”ni oluşturmuş...”
16. yüzyılda
Rüstem Paşa Külliyesi bünyesindeki hanlar ve bunların tam karşı kıyısındaki Kurşunlu Han; Haliç’in her iki
kıyısındaki ticaret yoğunluğunu arttırmış. 2. Beyazıt döneminde İstanbul büyük
bir ticari şehir niteliğini kazanırken, şehrin ticaret bölgesi Unkapanı-Sirkeci
arasında gelişmiş.
17. yüzyılda
özellikle Eminönü-Beyazıt arasında inşa edilen hanlar, hem üretime yönelikmiş,
hem de bekarlara barınakmış. Kanuni Sultan Süleyman devrinden günümüze Süleymaniye, Rüstem Paşa, Burmalı ve Küçük Çukur Han gibi külliye ve Leblebici, Büyük Çorapçı, Büyük Şişeci,
Balkapanı ve Kurşunlu Han gibi ticaret hanları ulaşabilmiş.
Kapalıçarşı
ve çevresindeki hanların bugünkü görüntüsü 17. yüzyılın sonlarına doğru
oluşmaya başlamış. Bu dönemden günümüze ancak Büyük Valide Han, Vezir Han
ve Yelkenciler Hanı gelebilmiştir.
18. yüzyıl, ticaret hanlarının en önemli örneklerinin inşa edildiği ve han
mimarisinin gelişimini tamamladığı dönemdir. Üç katlı hanlar bu devre aittir.
Doğurganlığından
asla vazgeçmeyen İstanbul; yarımadada durulurken, Galata’da hanlar tarihini
yazmaya devam etmiş. Burada terle yoğrulan emek; Almanya’ya, Rusya’ya, Fransa’ya
ulaşmış. Ticaretin zirve yaptığı bu dönemde İstanbul’un hanları altın yıllarını
yaşamış.
19. yüzyıla
gelindiğinde, her alanda olduğu gibi İstanbul hanları da duraklama devrine
girmiş. Bu yüzyılın sonuna doğru ticaret hanları birer birer işyeri merkezlerine
dönüşmüş. Bu dönüşümle birlikte ticaret hanları; yeni ev sahipleri olan esnaf
ve zanaatkâr kesimin ismini almış. Çuhacı
Han, Pastırmacı Han, Astarcı Han, İplikçi Han, Sabuncu Han
bunlara en önemli örneklerdir. Yüzyıllardır ticaretin merkezi olan İstanbul
ticari hareketliliğini muhafaza ederken, maalesef hanlar için aynı şeyi
söylemek mümkün değildir.
Bu durumu
açığa çıkarmak için “suçlu ayağa kalk”
denilse; ya hiç kimse üzerine alınmaz, ya da üzerine alınanlar “bizim suçumuz yok” diye feveran koparırlar.
*
(Şunu da
ifade etmek gerekir ki, AK Parti iktidarlarının hükümet etmesiyle birlikte
vakıf eserlerine hak ettiği değer verilmeye başlandı. Yıkılmaya, kaybolmaya yüz
tutan eserlerimiz birer birer ayağa kaldırılarak, yok olmaktan kurtarıldı. Bu
hakkı teslim etmezsek, vefasızlık olur.)
Bazı
mirasyediler üzerine oturdukları eserlere yeterince sahip çıkmayadursun, İstanbul
Ticaret Odası (İTO) yine yaptı yapacağını. Elini taşın altına koyarak, Mehmet
Sadettin Fidan’la güzel bir çalışma yaparak, “Geçmişten Günümüze İstanbul Hanları”nı iğneyle kuyu kazarak
kitaplaştırdı. “Hanların Hafızaları”nı,
kaybolup gitmeden kayıt altına aldı.
Kitapta İstanbul hanları; Klasik Osmanlı
Hanları, Eski Vakıf Hanları, Güney Haliç Bölgesi; Eminönü Hanları, Tarihî
İstanbul Hanları, Ticaret Hanları (Eminönü), Kuzey Haliç (Galata), Ticaret
Hanları (Galata) başlıkları altında âdeta bir şecerelendirme çalışması
yapılmış. Her hanın faaliyet gösterdiği döneme ait tarihî, ticarî, mimarî,
coğrafî ve kültürel yaftası boynuna asılmış.
“Geçmişten
Günümüze İstanbul Hanları” kitabı okunmaktan ziyade; seyretme ve düşünmenin
yeni keşifleri tetikleyecek (Sigorta Haritaları, Han Mektupları, Ticaret
Yıllıkları...) belgeler manzumesi niteliğinde. Yazarın ifade ettiği gibi, “Belgeler olmadıkça, ne anlatabilir ki
insan?..”
*
Hülâsâ;
plazaların, alışveriş merkezlerinin, rezidansların revaçta olduğu bir çağda,
İstanbul Ticaret Odası ve Mehmet Sadettin Fidan, tarihî hanları kitap
sayfalarına taşıyarak büyük bir kültür hizmeti yapmış. Büyük boy, renkli ve 296
sayfalık tarih ve kültür hazinesi niteliğindeki “Geçmişten Günümüze İstanbul Hanları” kitabı popülerliğe prim
vermeyen bir “Hanlar Müzesi”
niteliğinde. Okuyucu hanlar tarihini gün yüzüne çıkartan sayfalar arasında
gezinirken; hüzün, sevinç, tarih, kültür ve bilgi harmanıyla yoğruluyor.
Tarihe ve
kültüre aşinâlığınız varsa önce bu kitabın sayfaları arasında dolaşıp, daha
sonra rotanıza yerleştirdiğiniz hanları birer birer gezebilirsiniz. Hemen,
çünkü yarın geç olabilir. Haaa bu eserde gözünüzü boyayacak modern heyulalar
var mıdır diye merak ediyorsanız, maalesef size göre manzara yok!..
***
TARİHÎ YARIMADA İSTANBUL’UN
KALBİDİR
Her ne kadar
11 yıl öncesine gitsek de, medeniyetlerin geçit merasimi yaptığı İstanbul’da
görülmesi, gezilmesi, okunması gereken o kadar çok eser var ki, ömür yetmez.
*
İstanbul
Ticaret Odası (İTO), ticari faaliyetlerin yanında tarihine sahip çıkma adına
klasik sanatlarımızın önemli örneklerinden Yeni Cami Hünkâr Kasrı, Kızlarağası
Mehmet Ağa Medresesi ve Rüstem Paşa Medresesi’nin restorasyonunu yaptırarak
gelecek kuşaklara aktarmanın yanında, kültür, sanat ve yayın dünyasının da
faaliyet göstererek “yitik hazine”lerimizin
izini sürüyor.
İşte var
olanı yâd etme, tarihe not düşme, kültürel hafızaya sahip çıkma adına İstanbul İTO
yine güzel bir esere imza attı: “İstanbul’un
Kültürel Yüzü-Cağaloğlu, Sultanahmet, Beyazıt”.Yaklaşık bir yıllık çalışmanın ürünü olarak İstanbul’un üç tarihi
semtinin yayın, edebiyat ve kültür mekanlarını, bu mekânlarda yaşamış 37
yazarın hatıra ve izlenimleriyle kitaplaştırdı.
Editörlüğünü
Cevat Özkaya’nın yaptığı eserde
sadece İstanbul’un değil, Türkiye’nin kültür hayatı bakımından önemli bir mekânı
olan Bâbıâli’nin merkezi Cağaloğlu, Sultanahmet ve Beyazıt’taki yapıların
mimari biçimleri, hayat tarzları, kültürel ve sanatsal birikimleri,
gelenekleri, etkinlikleri detaylarıyla aktarılıyor.
Osmanlı’nın
son yılları ile Cumhuriyet’in ilk döneminden günümüze kadar tarihi yapılar ve
kurumlar, basımevleri ve kitapevleri, atölyeler, çarşılar, tiyatro, sinema salonları
ve lokanta gibi mekanlara ilişkin bilgiler, fotoğraflarla zenginleştirilen
eserde aralarında Turgay Anar, Necmettin Turinay, Ali Kemal Temizer, M. Nuri
Yardım, Murat Belge, Dursun Gürlek ve Beşir Ayvazoğlu gibi entelektüellerin bulunduğu
30 yazarın yazıları yer alıyor. Yazarlar bu mekânlarda yaşadıklarını ve
gözlemlerini aktarıyor.
*
Osmanlı
Devleti’nin 600 yılı aşkın hüküm sürdüğü dönemde Dersaadet makamı olan bölge, Türk
ve İslâm kültürünün merkezi olmanın yanında, yüklendiği misyonun aktarıcısı ve geleceğe
taşıyıcısı oldu. İstanbul medeniyetlerin atardamarı; tarihî yarımada ise
Dersaadet’in kalbidir. Kalp durursa, hayat biter. Osmanlı’nın başkenti Edirne’yi
gezmek için 2 gün, Bursa’yı gezmek için 1 hafta yeterken, İstanbul’u gezip
tanımak için bir ömür yetmez. Nasıl bir hazinenin üzerinde oturduğumuzu
tasavvur etmek için bu ifade yeter.
*
Evlâd-ı
Fâtihân Bosna Hersek’in Zenica’sında doğan, Almanya’nın Köln’ünde yürüyen,
Türkiye’nin Dersaadet’inde büyüyen İTO
Yönetim Kurulu Başkanı Şekip Avdagiç zenginliğin sadece paradan ibaret
olmadığı bilinciyle, kültür ve sanat alanlarında da önemli hizmetlere imza
atıyor.
Herkes yaşadığı
bölgedeki “hazine”lere sahip çıkmalı
düsturuyla hareket eden Avdagiç, İTO’nun 2021’deki ilk kültürel yayını “İstanbul’un Kültürel Yüzü-Cağaloğlu,
Sultanahmet, Beyazıt” kitabıyla İstanbul’un
kültürel anlamda en köklü mekanlarıyla ilgili bir kayıt oluşturmak istediklerini
ifade ediyor.
Başkan bu
izlekte yürürken öyle güzel tespitlerde bulunuyor ki, insanın ufku açılıyor.
Şehirler, beldeler
fetih yoluyla veya bir başka şekilde bir milletin hükümranlık alanına
girebilir. Ama bu şekilde onun hâkimiyetinde kalmaz. O şehrin ya da beldenin
mekânlarına o milletin medeniyet mührü vurulmadıkça, gerçek egemenlik de,
gerçek kalıcılık da tesis edilmiş olmaz. Osmanlı Devleti 600 yılı aşkın bir
süre Türk ve İslâm kültürünün merkezi, aktarıcısı ve geleceğe taşıyıcısı
olmuşsa, bunu şehirlere ve mekânlara nakşettiği medeniyet ve kültürünün temel
ilkeleriyle başarmıştır.
Osmanlı
Devleti’nin üç kıtaya, yedi iklime etki eden yükselişinin sırrı İstanbul’da
saklıdır. Nasıl İstanbul geniş bir coğrafyanın düğümlendiği şehir ise; bu
şehrin özeti de, özünün özü de Tarihî Yarımada’dır, sur içi bölgesidir. Çünkü
Köprübaşı’ndan Cağaloğlu’na, Sultanahmet’ten Beyazıt’a kadar geniş bir alan
İstanbul’un karakteri ve hafızasıdır. Milletleri ve medeniyetleri kalıcı yapan bu
mekânlara sinmiş kültürel iz düşümleridir. Çünkü mekânlar çok boyutlu
pencereler gibidir. Ait olduğu medeniyetin siyasetten tarihe, edebiyattan müziğe
kadar birçok değerini temsil eder.
Yeryüzünde
bize ait bütün izler yok edilse, yazılı kültürümüz artık var olmasa,
insanlarımız öz kimliklerinden uzaklaştırılmaya çalışılsa, millî ve dinî
niteliklerimizin yok olmasını önleyecek tek güç, kültürümüzü, kimliğimizi,
şiirimizi, siyasetimizi sokaklarında, binalarında, taşlarında muhafaza eden
mekânlardır.
Bu
tespitlerin ne kadar doğru olduğunu “İstanbul’un
Kültürel Yüzü- Cağaloğlu, Sultanahmet, Beyazıt” isimli eseri elinize alınca
siz de fark edeceksiniz.
***
ESER GEÇMİŞİ YÂD ETME FIRSATI
SUNUYOR
Bâbıâli, Divanyolu’ndaki 2. Mahmud
Türbesi’nden başlayan ve Sirkeci’ye kadar inen bölgenin adıdır. Yani kültürel
hayatının merkezi. Attilâ İlhan’ın “Türkiye’nin
kalbi İstanbul’da, İstanbul’un kalbi de Bâbıâli’de atar” ifadesi daha fazla
söze hâcet bırakmıyor.
Bâbıâli
yokuşunu çevreleyen gazeteler, dergiler, matbaaların yerinden artık yeller
esiyor.
Cağaloğlu
Yokuşu’nda ve bu yokuşun kültüründe yaşanmış ve yaşanmakta olan şeyler artık
kelâm ve kalem erbabının hafızasından öğrenilebiliyor. Değişim birçok şeyi
bitirdiği gibi buradaki insana dair bir çok güzelliği aldı götürdü, götürmeye
de devam ediyor.
Hafıza ve
mekânlar arasında bağlantılar kuran “İstanbul’un
Kültürel Yüzü-Cağaloğlu, Sultanahmet, Beyazıt” isimli kitapta, Bâbıâli
yanında elbette Sultanahmet ve Beyazıt’tan da bahsedilmiş. Bahse konu olan üç
mekân Bizans’ın ve Osmanlı Devleti’nin merkezî konumundaydı. Bizans’ın sarayı
ve önemli kamu binaları genelde bu mekândaydı. Osmanlı Devleti’nin idare
edildiği Topkapı Sarayı da Sultanahmet içindeydi. Osmanlı Devleti’nin son
döneminde devletin askerî merkezi konumundaki Harbiye Nezareti de şimdiki
İstanbul Üniversitesi’nin merkez binası Beyazıt’ta bulunuyordu.
Caddeleriyle,
sokaklarıyla, mekânlarıyla hâlâ nefes alan bu bölgeler son bir asırda imar,
yozlaşma ve turizm endüstrisinin dişlileri arasında büyük bir dönüşüm geçirdi.
Turizm
endüstrisine kurban edilişine şahit olduğumuz medeniyetlerin geçit merasimi
yaptığı Sultanahmet tamamen turistlere terk edilmiş durumda. Fakat Cağaloğlu
için hâlâ küçük de olsa bir şans var. Bu
da ancak mekânın kimliğine katkıda bulunan dokunuşlar yaparak, geçmişi şimdiki
hayatın içine tabii bir şekilde taşıyarak ve tarihin yaşayan kısımlarıyla
bugünü zenginleştirerek mümkün.
İstanbul
Ticaret Odası Yönetim Kurulu Başkanı Şekib
Avdagiç’in teşvikleriyle ve editör Cevat
Özkaya’nın gayretleriyle oluşturulan eserde, eski zamanlardan günümüze Cağaloğlu,
Sultanahmet ve Beyazıt; kurumları, mimari biçimleri, hayat tarzları, kültürel
ve sanatsal birikimi, gelenekleri, etkinlikleri, karşılaşmaları, buluşmaları ve
önemli kişileriyle ele alınıyor.
Kitapta, Türkiye’nin fikir ve kültür yelpazesini yansıtan derleme yazıların yanında Bâbıâli, Sultanahmet ve Beyazıt’la ilgili resim, fotoğraf, çizim, gazete ve dergi kupürü gibi görsellere de yer veriliyor. “İstanbul’un Kültürel Yüzü-Cağaloğlu, Sultanahmet, Beyazıt” kitabı her şeyden mühimi, geçmişi yâd etme fırsatı sunuyor.