İstiklal Marşı'nın hüzünlü çocukları (1)
Mehmet Âkif, sahip olduğu sanatlarla başarılı olmuş, önemli bir münevver ve mütefekkirdir. Daha çok şairliği ile bilinmesine rağmen, Âkif, aynı zamanda veteriner hekim, öğretmen, vaiz, hafız, Kur’ân mütercimi, Teşkilat-ı Mahsusa memuru (istihbaratçı), sporcu ve siyasetçidir. Hayatı büyük sıkıntı ve zorluklar içinde geçmiş İslâmcı bir düşünüdür, o. Kendisi gibi, belki de daha ağır bir hayat serüveni, çocuklarının ve torunlarının başına gelmiştir. Her şeye rağmen çocukları ve torunları, yani İstiklal Marşı’nın evlatları, her zaman dedelerinin ismini taşıdıkları için büyük şeref ve onur duymuşlardır. Karşılaştıkları sıkıntılara bakıldığında, yüreklerin dayanamayacağı güç halleri yaşamaları, büyük bir burukluğa sebep olmaktadır.
Yaşananların bir kısmı, henüz Âkif sağ iken gerçekleşmiştir. İradî olmayan zorunlu bir Mısır sürgünü, başta İstiklal Şairimiz olmak üzere tüm ailenin hayatını zindan etmiş ve cehenneme çevirmiştir. Âkif’e yapılan saldırılar, henüz hayattayken başlar. O, ‘geri kafalı, züppe, hürriyet düşmanı zavallı, ortaçağ kafalı, tehlikeli adam, gavur Âkif, Hıristiyan Âkif ‘gibi hakaretlere ve saldırılara maruz kalır. (Fatih Bayhan, Dedem, Mehmet Âkif, 180)
Bu ve benzeri hakaretlere sıklıkla muhatap olan Âkif’in, ikisi erkek üçü kız beş çocuğu bulunmaktadır. Hatta bu çocuklarına, zaman içerisinde vefat eden arkadaşının -söz verdiğinden dolayı- çocuklarını da eklemek gerekmektedir.
Çocuklarıyla zaman zaman gezmelere gittiğini anlatan kızı Feride, yorulduğu zaman babasının, onu omuzuna alıp gezdirdiğini anlatmaktadır. Şehzadebaşı’ndaki meşhur bir çaycının dükkanına vardıklarında, dostlarıyla buluşur ve sohbet eder. Bunlara şahit olduğunu anlatan kızı Feride, kendilerine ait evlerinin olmadığını, ancak genellikle geniş bahçeli evlerde oturduklarını söylemektedir. Bu bahçelerde Mehmet Âkif, herhangi bir komplekse girmeden büyük şairlerimizin şiirlerini okur ve açıklar. Bir kısmını da çocuklarına ezberletir.
1925’den 1936 yılına kadarki dönemde, Âkif, çocuklarıyla ilgili birçok bilgiyi mektuplarında anlatır. Evlatları içinde Emin’in ismi daha çok geçmektedir. Mısır’a gittiği ilk seferinde, Türkiye’de kalan oğlu Emin ile ilgili aldığı bilgiler, Millî Şâirimizi çok üzer ve hüzünlendirir. Bunun üzerine yakın dostu Fuat Şemsi’den yardım talebinde bulunur. Ancak Emin’i, yanında Mısır’a götürdükten sonra onunla bizzat ilgilenir, eğitimiyle uğraşır. Oğlu Emin ile ilgili müspet gelişmelerden çok memnun olur ve dostlarıyla bu güzel durumu paylaşır.
Ancak Mehmet Âkif’in oğlu Emin, askerliğini yapmak üzere Mısır’dan Türkiye’ye döndüğünde her şey yeniden başlar. Askerliğini Kırklareli’nde yapan Emin, bu dönemde kaldığı koğuştaki arkadaşlarına Kur’ân okuyup, tefsir yapar. Ancak bu durum, kışla içindeki bazı insanları rahatsız eder. Kışlada Kur’ân okuyup arkadaşlarına tefsir yaptığı gerekçesiyle Divan-ı Harb’e verilir.
Mısır’da bulunan Âkif, bu sıkıcı olayı duyduğu zaman çok üzülür, yakın arkadaşı ve dostu olan Eşref Edip’e bir mektup yazar (7 Mayıs 1936). Mektubunda Âkif, “oğlunun mahkûmiyet müddetinin kendisine bildirilmesini istemekte, ‘tahfif-i ceza’ için herhangi bir çare aranmaya hiçbir şekilde tevessül edilmemesini’ rica etmektedir. Emin tutuklandıktan sonra cezasını çeker ve askerliğini tamamlayarak terhis olur. (Emin Ersoy, Babam Mehmet Akif, 120, 20, 23)
Emin, ne yazık ki, askerlikten terhis olduktan sonra kendisini içkiye verir ve yakınlarından uzak bir şekilde perişan bir hayat sürer. Sabahçı kahveleri ve hamamlar, artık onun ikamet yeridir. Yalın ayak bir şekilde şarap, ispirto ve esrar parası için hamallık yapar. 1939 yılında gelindiğinde, İstanbul zabıtası tarafından esrarkeş olarak tespit edilip yakalanır ve akıl hastanesine gönderilir. Burada bir süre kalan Emin, kendisine ulaşan bir baba dostu sayesinde Bursa Atatürk Çiftliği harasında kahya olarak çalışmaya başlar. Evlenir ve mutlu bir hayat sürer. Ancak 1963-64 yıllarında işinden çıkarılır. İstanbul’a döndüğünde, o tekrar esrara başlar. İki üç yıl sonra eşi de vefat edince yalnız kalır. Hayatını bitirmek amacıyla kendini içkiye ve esrara verir. Yine hastaneye yatılır. Bir müddet orada kaldıktan sonra Kasım 1966 yılında, Tophane’de, içinde kaldığı/yattığı terk edilmiş bir kamyonetin karoserinde ölü olarak bulunur.