İşte yine eylül...
Bitmez tükenmez bir fısıltıyla geldi yine eylül... Saçımıza başımıza karıştı gazel... Sokakları istilâ eden yaz ıssızlığının yerini, eylülün canlılığı, doluluğu, hareketliliği aldı. Mektep ve iş kaçkınlarının, kalabalık okul çıkışlarını beklemelerine az kaldı. Okulu asıp, birilerinin çıkışını beklemediğimiz, yolunu gözlemediğimiz, volta atmadığımız için, bunları yapanı saran duygunun nasıl olduğunu bilemeyiz. Ama bazen, kızın yolunu gözleyen başkalarından, yaptıkları bu hareketin karşılığında dayak yediklerine şahit olmuşluğumuz vardır.
Kimi tek başına,
kimileri ise gruplar halinde dolaşırlardı okulların dağılma vaktinde
bunların... O yaşlar için, kendini bilerek bir gençlik aşkı yaşamak belki
gereklidir. Ne var ki, ömrün o döneminde bunu becerebilen o kadar azdır ki...
Şimdilerden ise, belki hiç gerek yok söz etmeye... Çünkü işin tadını
kaçırdılar.
Boynunu bükerek
arkasından yürümek, utana sıkıla onu gideceği muhite kadar, uzaktan ve buğulu
gözlerle takip etmek... Hiçbir zaman gerçekleşmeyecek bir hayalin ardından
koşmak gibidir bu... Eylül’ün yolunu bunun için gözleyenler bile vardır
herhalde...
Bazı zamansız gelen
konuklar gibi, çoğu zaman Eylül de zamansız düşer toprağımıza... Her yıl bir
öncekinden daha çabuk geldiğini sanırız. Halbuki o dünya kurulalı beri hep
vaktinde gelir. Bizse havadaki sıcaklığa, yapraklarını vermemekte direnen
ağaçlara bakarak, Eylül’ün bu yıl da yine vakitsiz geldiğinden söz açarız.
Fakat o, yine
yapacağını yapar ve biz yazdan kalan üç beş sıcak günle avunmaya çalışırken,
gücünü, kuvvetini ve geldiğini etrafa göstermek için, eser, savurur, toz duman
içinde bırakır ortalığı... İşte o an daha iyi anlarız ki duygu dünyamızdaki,
daha doğrusu şair ve yazarların dünyasındaki yeri bambaşka, kendine has olan Eylül
ayı ve de hazan mevsimi gelmiştir. Ve anlayışsızlığımıza kızarak, gösterdiği
davranışla bize sitemler yağdırmaktadır. Lisan-ı hâliyle "Anlayın artık ben geldim. "
dercesine...
Bazen de amansız
acılarla düşer koynumuza eylül... Hayatın ona benzeyen bölümünü yaşayan bbirilerini
ve tabii başkalarını da alır götürür aramızdan... Ama ne hikmetse, şuârâya
mensup olanlar, bu gidişlere daha çok eylül ayı gelince kayıt düşmüşlerdir.
Yoğun bir hatıralar demeti bu ayda daha çok başlarına üşüşünce, onlar da şiirin
efsunlu güzelliğine kapılmış yüreklerini, yine onun havasıyla teselli etmeye
çalışmışlardır. Yazarak rahatlamak ve belki de yazarak geleceğe bir şey
bırakmak için olsa gerek.
Onlar bu ayda,
kalplerinden geçeni mısralara döküp, güneşin solan güzelliği ve yazdan kalan
günlerden sözederken, hüznü çağrıştıran sarı ve solgun yapraklara mısra
dizerken, başkaları için eylül, kışa hazırlık ve bir takım tedbirlerin
alınacağı aydır.
“Şair ve yazar takımı, birçok şeyi bahane edip yazdıkları gibi, Eylül de
yazmaları bir için bir bahanedir.” şeklinde düşünebilir bazıları... Onlar
nasıl düşünürse düşünsün, böyle bir meşgale için zaman harcamak pekte kötü
olmasa gerek. Şair Cahit Külebi, Türkçe’nin o eşsiz kullanıcısı da buna
inandığı için yazmış ya "Güz Yorumu"
adlı şiirini:
“Hava bugün de bulutlu
Rüzgâr
daha serin esecek.
Bütün
insanlar umutlu,
Şairler
mahzun gezecek.
(…)
Bu
şiiri yazan, caddelerde
Seninle
baş başa yürüyecek.
Gelip
geçenler, yağmur altında
Bu
adam tek başına ne geziyor, diyecek.
Yapraklar
yollara dökülecek.”
Ne yazık ki, kuşlara
ve çocuklara da çok tesir eden bir aydır Eylül ve sonrası... Biri bahçelerini
yitirecektir, diğeri oyunlarını. Kuşlar ise, büzülüp kalacaktır sokaklarda ya
da bulabildiği bir kovukta... Yine yapacağını yapacaktır Eylül... Çağrışımları
derin, anlatacakları çok olan eylül... Hilmi Yavuz'un mısralarıyla...
“eylül... kırılgan mevsim!
canı
hançeri güzün
dağılırdı
kalbimde
birden
gecenin ve gündüzün
perdesiyle
örtülürdünüz
tenhayla
ve tül
dolardı
içim... eylül!”
Sadece Eylül mü
unutuluştur, terkediştir, aldanıştır, aldatıştır, bırakıp gitmedir, ötelere
uzanmadır. Elleriyle gölgeleri kavramadır. Ve acıdır. Ve hüsrandır. Aslında
bütün bunları belirleyen hep ama hep o Sultan’dır. Ve hep O’nun bildiği
zamandır. Özdemir İnce'nin mısralarıyla; “Çünkü
hayatın dört mevsimi/Ve dört fatihi vardır,/Hepsi ölüme ötekinden yakındır.”
Biz ki nice eylüller
yaşadık, bilemedik yine de kıymetini... Sadece onun mu? Hangi ayın, hangi
günün, hangi anın kıymetini bildik ki... Gerektiği gibi ne insana kıymet verebildik
ne de zamana... Her ikisi de ancak gidince, elimizden uçunca, arkalarından
yalnızca üzülmeyi becerebildik. Gelmeyişlerine... Gelemeyecek oluşlarına...
Barış Manço'nun
kırkıncı sanat yılı için bestelediği müziği sayısız kere başa alıp dinlerken
içimize düştü bu melânkoli... Ve yazıya dönüştü. Ama istiyoruz ki, eylülün
getirdiği hüzün için değil, sevginin büyüsü ve fedakârlığı için yazılmış bir
şiirle bitsin bu yazı... Okuyun ve "Armağan"
edin sizde Şükran Kurdakul'un bu şiirinde geçenleri sevdiklerinize...
“Bunca yıl çok ışık birikti avuçlarımda
Senin
olsun
İsimler
sevgi dokuyan ellerimden
Bunca
yıl şiirin, kardeşliğin, kavganın
Has
bahçelerinde yarattım bu gerçeği.
Sabrım
senin olsun /Aşkım senin olsun (…)
Biz
ki acılar döneminden
Ellerimizi
kirletmeden geçtik
Direncim
senin olsun
Sevgim
senin olsun.”