İstanbul'un Yaylası Rumeli Kavağı
Deyim yerindeyse İstanbul cayır cayır
yanıyor. Tarihî Yarımada’da hem havadan hem de yerden âdeta ateş püskürüyor.
Son 53 yılın en sıcak ve kurak günleri yaşanıyor. Eyyam-ı Bahur’un etkisiyle termometreler
yüzde 99’a varan nemli hava ile birlikte sıcaklık 40’ı gösteriyor. Hissedileni
ne siz merak edin, ne de biz söyleyelim.
Sıkıntı büyük!..
Sıcak ve nemli hava ablukasından
kurtulabilmenin çâresini arıyoruz.
Bâyezid-i Bistâmi ne güzel ifade etmiş, “Her
arayan bulamaz. Fakat bulanlar, arayanlardır.” Araya araya nihayet
yangınımızı söndürecek, hararetimizi düşürecek bir yol buluyoruz. Niyetimiz
Boğaz’ın serin sularına yelken açıp, doyumsuz güzellikler eşliğinde İstanbul’un Karadeniz’e açılan kapısı Rumeli Kavağı’na seyr-ü sefer eylemek.
Koştura koştura Eminönü Boğaz Şehir
Hatları İskelesi’ne ulaşıyoruz. Meğer bizim gibi düşünen ne çok insan varmış,
Eminönü Boğaz Hatları İskelesi arı kovanı misâli kaynıyor. Vapur Boğaz’a açılır
açılmaz esen meltem rüzgârı bağrına değdiği herkesi âdeta yeniden hayata
bağlıyor.
Vapurdakiler dünya milletler topluluğunu
andırıyor. Her renkten, her dilden, her dinden, her meşrepten, her ülkeden, her
milletten insanın bulunduğu vapurda festival havası var. Bindik bir alamete
gidiyoruz selamete!..
Beşiktaş, Ortaköy, Arnavutköy, Bebek,
Emirgan, İstinye, Büyükdere, Sarıyer İskeleleri’ne uğraya uğraya; inenlerin
telaşını, binenlerin heyecanını hissede hissede; tarihî yalıları seyrede
seyrede yaklaşık iki saatlik bir yolculuğun sonunda martı sesleri eşliğinde Rumeli Kavağı İskelesi’ne yanaşıyoruz.
Ohhh ne âlâ!..
*
Eee bir de siz asırlar öncesini düşünün,
Boğaz’daki yerleşim bölgelerine ulaşmak şimdiki gibi kolay değilmiş. Buralara Galata
Köprüsü civarından kalkan Vükelâ Vapuru (Osmanlı döneminde, yazın
Boğaziçi’ndeki yalı ve köşklerine taşınan nâzır ve bürokratların bindikleri
vapur), Fukara Vapuru ve bir de kürekli kayıklarla
ulaşılabiliniyormuş. Şirket-i Hayriye (1851-1945) kurulduktan sonra düzenli seferler başlamış.
Nereden nereye!.. Bugün konforun
zirvesindeyiz, yine de burnunuzdan soluyoruz!.. Memnuniyetsizlik had safhada!..
*
Boğaz’ın masmavi sularının bittiği
kıyı olan Sarıyer ilçesine bağlı Rumeli Kavağı Mahallesi yemyeşil
gelinliğini giymiş davetkâr endâmıyla misafirlerini karşılıyor.
Herkes ânı fotoğraf karesine
hapsetmek için; iki kıta bir şehir İstanbul’un boğazına takılan üçüncü
gerdanlık Yavuz Sultan Köprüsü’nü, Yoros Kalesi’ni, Rumeli
ve Anadolu Kavağı’nı martıların kanatları altında ölümsüzleştirme
telaşında.
Vapurdan inip İskele Meydanı’na
yürürken nem ve sıcak ile birlikte mis gibi balık kokusu etrafımızı sarıyor.
Balık keyfi yapanların çatal seslerine martıların yanında nasibini arayan
kediler de eşlik ediyor.
BASTIĞIN YERLERİ ‘TOPRAK’ DİYEREK GEÇME, TANI!..
Madem buralara kadar geldik, bu kadîm
beldenin bir hikâyesi olmalı... O vakit kalemimiz yazdığınca serdetmeye gayret
edelim...
Karadeniz’i Akdeniz’e bağlayan
ticaret yolunun kilit noktasında kurulan Rumeli Kavağı, stratejik konumu
bakımından her zaman büyük bir öneme sahip olmuş.
Osmanlı döneminde Karadeniz’den
İstanbul’a giriş-çıkış yapan gemilerin mecburi uğrak yeri olan belde, deniz
gümrüğü (kavak) işlevini üstlendiğinden Rumeli Kavağı olarak
anılmaya başlanmış. Yani “kavak” eski dilde “gümrük” anlamına geliyormuş.
“Balık
kavağa çıkınca” deyimi ilk defa bu beldelerde (Anadolu-Rumeli Kavağı)
kullanılmaya başlanmış. Sebebi de Eylül aylarında Karadeniz’den sıcak denizlere
inen balıkların “kavak”tan
çıkmalarıymış.
*
Meydana ilerlerken sağ taraftaki
tarihî yapının, “Dur yolcu!.. Bastığın
yerleri ‘toprak’ diyerek geçme, tanı!.. Düşün altındaki binlerce kefensiz
yatanı...” uyarısına duyarsız kalamıyoruz. Devasa kapısından içeriye ağzımız
açık bakakalıyoruz. Nöbet tutan Mehmetçiğe selam verip, malûmat edinmeye gayret
ediyoruz. Fakat bilgiler çok güncel, tarihten âzade.
Rivayet odur ki, İskele Meydanı’ndaki
kale yani diğer adıyla Kavak Hisarı
1624 yılında Sultan Dördüncü Murad (1623-1640)
tarafından Don (Rus) Kazaklarının saldırılarını durdurmak, Boğaz’ı
savunmak ve kontrol altına almak amacıyla inşa edilmiş. (Sultan Dördüncü Murad da Boğaz’daki
savunma önlemlerini arttırmak üzere Rumeli ve Anadolu Kavağı’nda karşılıklı iki
yeni kale daha yaptırmış. Bunlara da Karadeniz
Kilidü’l-Bahr Kalesi “denizin kilitleri”denilmiş.)
Gel zaman, git zaman bilahere Sultan Birinci Abdülhamid (1774-1789)
tarafından yaptırılan kapsamlı restorasyonla yeni burçlar ilave edilerek
genişletme çalışmaları yapıldıktan sonra, Sultan
Üçüncü Selim (1789-1807) döneminde de yeniden onarılmış. 1893’te ise Sultan
İkinci Abdülhamid Han (1876-1909) tarafından tekrar inşa ve ihya edilmiş.
Cümle kapısının üzerindeki Rumeli Kavağı Kalesi’nden bahseden kitâbe
bütün vandallıklara rağmen günümüze kadar ulaşabilmeyi başarmış.
Evliya Çelebi, Seyhatnâme’sine kale
içinde muhafızlara ait 60 evin bulunduğunu not düşmüş. Kalenin sadece
kalıntıları kalmış. Şu anda askeri tesis olarak kullanılan hisarda Mehmetçikler
nöbet tutmaya devam ediyor.
Kalenin cümle kapısının solunda yer
alan ulu çınar ağacı zamana meydan okurcasına bağrında oluşan
kovukla birlikte, ikiye ayrılan gövdesine rağmen hayatta kalma mücadelesi
veriyor. Koruma altında bulunan ve 750 ilâ 800 yıllık olduğu düşünülen çınar,
sadece Rumeli Kavağı’nın değil Türkiye’nin en önemli anıt ağaçlarından birisi
olarak mâziden âtiye ulaklık yapıyor.
*
Elmaskum ve Altınkum Kadınlar
Plajı’nın yanında balığı, midyesi, inciri ile meşhur Rumeli Kavağı’nın yerli
halkı Rumlarken, 1877 yılında yaşanan Rus Harbi sonucunda büyük bir göç
hareketiyle Türkler yerleşmiş. Bölgede genellikle Karadeniz göçmeni aileler
yaşıyormuş.
Rumeli Kavağı sakinleri burası için
boşuna ‘İstanbul’un Yaylası’
dememiş. Tepelerle gölgelenmiş belde; ferahlığıyla, manzarasıyla “İstanbul’un Yaylası” olmayı fazlasıyla
hak ediyor. Bütün milletlerin Boğaz’a sevdası boşuna değil!..
KALELER BOĞAZ’IN BEKÇİSİ
GİBİ...
İskele Meydanı’nda yürürken
sırtımızdan ter akarken, göğsümüzü Boğaz’ın serin rüzgârlarına yaslıyoruz.
İleride Boğaz’ın üçüncü gerdanlığı Yavuz
Selim Köprüsü, Poyrazköy, Rumeli Feneri ve bir zamanlar Türk gölü olan
Karadeniz. Anadolu ve Rumeli arasında çarşaf gibi serilmiş Boğaz’ın sularında
menzile varmak isteyen minnacık tekne ve devasa gemiler birbirleriyle
yarışıyor.
Karşı tarafta Elmas Tabyası, Riva Kalesi, Anadolu Feneri Kalesi, Poyraz
Kalesi, Alayburnu Kalesi, Yoros Kalesi, Anadolu Kavağı Kalesi, Macar Kalesi ve
manevî kale Yûşâ Tepesi; bu yakada Kilyos
Kalesi, Rumeli Feneri Kalesi, Papazburnu Tabyası, Garipçe Kalesi, Büyük Liman
Kalesi, Serapion Kalesi, Çit Tabyası, Rumeli Kavağı Kalesi, Telli Tabya,
Mezarburnu Tabyası, Ağaçaltı Tabyası, Kireçburnu Tabyası, Köybaşı Tabyası
gözlerden ırak olsa da zirvelerden Boğaz’ı gözetlemeye devam ediyor.
Rumeli Kavağı Kalesi ilk olarak
gümrük noktalarının kontrol altında tutulması amacıyla 12. yüzyılda, Bizans
İmparatoru I. Manuil Komninos (1143-1180) tarafından inşa edilmiş. Tepede
bulunan bu kalenin karşısına Yoros Kalesi Doğu Roma döneminde, bir asır
kadar sonra Anadolu Kavağı’nda yapılmış. İki
tepenin üstüne karşılıklı inşa edilen kalelerin
yapılmasındaki amaç, karşıdan karşıya zincir çekilerek ticaret gemilerinin
geçişini önlemek ve gümrük parası almakmış. Kale, 14. yüzyılda önce Cenevizlilerin, daha sonra da Osmanlıların
eline geçmiş.
İSTANBUL’UN KARADENİZ’E AÇILAN KAPISI...
Bu bölgeye Osmanlı döneminde Kıl’a-ı
Erbaa yani “Dört Kale” denilirmiş. Bu ad Rumeli Kavağı, Anadolu
Kavağı, Telli Tabya ve Yûşâ istihkâmlarına verilen genel
isimmiş. Boğaziçi’nin Karadeniz’e açılma noktalarında bulunan ve ikisi Rumeli,
ikisi de Anadolu yakasında bulunan bu dört istihkâma; “Kavak
Kaleleri/Hisarları” da deniliyormuş. Burası sıradan bir yer değil, İstanbul’un Karadeniz’e açılan kapısı...
Bunlara ek olarak Boğaziçi’nde 1395
yılında Yıldırım Bayezid tarafından
inşa edilen Anadolu ve 1452’de Fatih Sultan Mehmed tarafından yaptırılan Rumeli Hisarı’nın İstanbul’un fethe açılan kapıları olduğunu da
unutmamak gerekiyor.
*
Üç
medeniyete ev sahipliği yapan İstanbul’a bırakılan mirasların izleğinden ne
kadar yürüsek, ne kadar anlaksak eksik kalır... En iyisi günümüze dönelim..
İlk ziyaret edilecek yerlerin başında
meydandaki Rumeli Kavağı Ulu Camii,
sonrasında daracık sokakların arasına sıkışmış Vâlide Hatice Turhan Sultan tarafından kardeşi Yusuf Ağa adına
(1682-1688) yaptırılmış tarihî Rumeli
Kavağı Yusuf Ağa Camii ve Yusuf Ağa
Çeşmesi geliyor. Karadere, Köprü, Maslak Sokakları’nda yürürken rengarenk
boyanmış tarihî ahşap evlerin pencerelerinden sarkan çiçeklerin dallarına konup
poz veren kelebeklerin raks edercesine uçmaları ziyaretçileri masalsı bir
boyuta geçiriyor.
Fakat doyumluk değil, tadımlık. Belgesel
film fragmanı tadında bütün güzellikler birden bire bitiveriyor.
DONDURMA
DEYİP GEÇMEYELİM!..
Rumeli Kavağı sokaklarını gezdikten sonra
asıl maksadımızı hâsıl etmek için Tarihi Kavak Dondurmacısı İsmail Usta’nın
İskele Meydan Sokağı’nın başındaki mekanına varıyoruz. 1966 yılından beri hiç
bozulmadan, lezzetinden ödün vermeden hizmet veren Tarihi Kavak Dondurmacısı
İsmail Usta’nın enva-i çeşit
lezzetleriyle ferahlamak istiyoruz.
Fakat burada dondurma yemek parasıyla
değil, sırasıyla. Sıramızı bekleyip serinlik ve lezzetiyle “ye beni”
diyen enva-i çeşit dondurmanın etrafında dört dönüyoruz. Külahlara kondurulan
el yapımı sade ve meyveli dondurmaları yedikçe kendimize geliyoruz.
Ohhh
be dünya varmış!..
***
Dondurma
deyip geçmeyelim!..
Biraz geçmişini irdeleyip uzun hikâyesinden kısaca bahsedelim...
Rivayet odur ki, Roma İmparatorluğu’nun
başında Neron (M.S. 54-68) isimli
biri varmış. Üvey kardeşini, öz kız kardeşini, annesini, hamile karısını
öldüren bu. Aç gözlü, bencil, şehvet düşkünü bu. Roma’yı yaktırıp, sarayın en
yüksek balkonundan keman çalarak seyreden yine bu.
İşte bu kadar kötülüğün müsebbibi zalim,
bilmeden güzel bir şeye de sebep olmuş. Boğazına düşkünlüğüyle de namlı Neron,
gladyatör dövüşlerini seyrederken kendisine lezzetli yiyecekler sunan
çeşnicibaşını ödüllendirirmiş. Çeşnicibaşı bir gün dağın zirvesinden topladığı
karları kaba doldurmuş, üzerine bal ve çeşitli meyve parçaları dökerek Neron’a
sunmuş. İmparator, o güne kadar hiç tatmadığı bu yiyeceği çok sevmiş. Ertesi
gün de köle ordusunu kar toplamaya göndermiş. Karın üzerine bal ve ezilmiş
meyve döktürerek, tarihin ilk dondurmasını hazırlatmış.
Sözün özü; dondurma ilk olarak Romalılar tarafından keşfedilmiş.
*
Dondurmayı
süt ile yapma fikrini ise Çinliler geliştirmiş. Marco Polo 13. yüzyılda, Çinlilerin buz
ve süt karışımını öğrenerek bu metodu Avrupa’ya götürmüş. Herkes tarafından
rağbet gören buzlu dondurmalar Fransız ve İtalyan restoranlarının
vazgeçilmezleri arasına girmiş. 1900’lü yıllarda külahlı dondurmalar piyasaya
sürülmeye başlanmış. Başlarda sert yufka şeklinde olan dondurma külahları,
zamanla yerini çıtır çıtır külahlara bırakmış ve dondurmalar da bugünkü hâlini
almış.
*
Günümüzde dondurmalar; tozlardan oluşan
maddelerin makinalarda karıştırılma, kazanda döndürülme ve süte
salep katılarak dövülme yöntemiyle üretiliyor.
Janjanlı ambalajlarla üretilen
fabrikasyon dondurmalar piyasayı kontrol altında tutarken, geleneksel
yöntemlerle üretilen dondurmalar kapitalist sermayenin acımasız çarkına
direnmeye devam ediyor.
Unutmayalım; bakkalı marketlerin, marketleri ise
AVM’lerin ham yaptığı bir dünyada sürekli evriliyoruz.
*
Neyse biraz nostalji için filmi geriye
saralım!..
Bugün sinemalarda film izleme keyfinin
olmazsa olmazı; patlamış mısır.
Oysa 1990’lardan önce sinemalarda film
izleme keyfinin olmaz olmazı “Alaska Frigo”ydu.
Sinemanın ışıklarının sönmesiyle birlikte
perdeye dökülen heyecanlı sahnelere, dondurma satıcısının tahta kutusundan
çıkararak sunduğu alüminyum folyaya sarılı Alaska Frigo’lar da enfes lezzetiyle
eşlik ederdi.
Bu satıcılar daha yakın zamanlara kadar
sokak aralarında gezer, dondurmalarını muhafaza ettikleri tahta kutularına bir
davulcu edâsıyla vurup; “Alaska Frigo,
dondurmaaaa” diyerek hane halklarını pencere önlerine dökerlerdi.
Tarih
oldu gitti be ya!..
*
Dondurma deyince hemen akla Roma ve Maraş geliyor.
Yine rivayet odur ki, Osmanlı saraylarına
orkidenin kökünden elde edilen salep satan Maraşlı Osman Ağa bir gün
salebi, şeker ve keçi süt karışımı ile kara gömer. Ertesi gün baktığında
salebin kıvamındaki sakızımsı oluşumu fark edip, bu eşsiz lezzeti “karsambaç”
olarak üretmeye başlar. Bu leziz ürün, üç kuşak sonra “Maraş Dondurması” ismini alarak dünyanın en güzel tatları arasına
girer.
Salep, keçi sütü ve şeker karışımından
oluşan Maraş Dondurması; tahta bir spatula ile saatlerce karıştırılarak,
dondurma kıvam aldıktan sonra da sert demir çubuk ile dövülerek, dondurma sakız
kıvamına getirilerek elde ediliyor. Bir çengele takılarak döner bıçağıyla
kesilerek servis yapılıyor.
Roma dondurmasındaise krema kullanılıyor ve
makinada karıştırılarak üretiliyor. Maraş
dondurması adını Mado’yla
sürdürürken, Roma dondurması da hâlâ
en iyi lezzetler arasındaki yerini korumaya devam ediyor.
Eskiden İstanbul’un her köşe başında bir Roma dondurmacısı vardı. Ayakta kalmayı
başarabilen çok azı günümüze ulaşmayı başarabildi.
***
İSMAİL
USTA’NIN ŞÖHRETİ SINIRLARI AŞMIŞ...
Dondurmanın tarihî gelişimini bitirip
tekrar Tarihi Kavak Dondurmacısı İsmail
Usta’nın dondurma bahsine dönelim...
“Fatih
Fevzipaşa Caddesi’nde Roma, Yavuz
Selim Caddesi’nde Baltepe, Kadıköy Moda Dondurmacısı dururken tâ Boğaz’ın
çıkışına dondurma yemeye gelmek de neyin nesi?!..” demeye kalkmayın, ambiyans
süper!..
İsmail Usta’nın tezgâhtarı İbrahim Yazıcı beyefendi rengarenk el
yapımı dondurmaları külahlara doldururken sıcaktan bunalanların ağzının suyu
akıyor.
HIIIMMMM...
Tarihi Kavak Dondurmacısı, İskele Meydanı
Sokağı’ndaki yerinde 1966 yılından beri faaliyet gösteriyormuş. Kâmil Çelik ustasından el alan Rizeli İsmail Usta (İpek) müşterilerden gelen talepleri dikkate almaya başlamış. Yediği
doğal ve el yapımı dondurmanın tadı damağında kalanlar, bu enfes lezzeti şehir
efsanesi gibi dilden dile yaymış. Birebir gerçek meyveden, bakır kazanda, köy
sütüyle, elde döverek yapmaya başladığı enva-i çeşit meyveli dondurmaların
şöhreti İstanbul sınırlarını aşmış. Başka şubesi bulunmadığı için müşterilerin
ekseriyeti dışarıdan geliyormuş.
Sade
sütlü, çikolatalı, tahinli, bal bademli, fıstık krokanlı, hindistan cevizli, incir cevizli, karamelli, sakızlı, ekşimixli, hindistan çikolatalı, limonlu, çilekli,
kavunlu, vişneli, tuzlu karamelli,
şeftalili, elma tarçınlı, lotuslu, ahududulu, narlı, karadutlu dondurmalardan yiyen bir daha uğruyormuş. İsmail Usta’nın
anlatmasına göre bunu yapan hatırı sayılır bir kitle varmış. Topu 40, kilosu
600 Türk Lirası’ndan ikram edilen el yapımı dondurma çeşitlerini denedik, test
ettik, hilaf yok.
Hele Tarihi Kavak Dondurmacısı İsmail
Usta’nın mekanının çevresindeki dernek, çay ocağı ve kafeteryaları tıklım
tıklım dolduran Rumeli Kavağı sakinlerinin geleni gideni kesip, gündeme dair
hararetli hararetli tartışmaları var ki tam Karadeniz fıkrası kıvamında...
*
Güneş yavaş yavaş İstanbul’un
üzerinden gurûb ediyor..
Misafirlik bitti, vakit “müjdeli şehre”
dönme vakti... 18.30 vapuru iskeleye yanaşıyor... Gün batımı eşliğinde, “cennet serinliği”nden “cehennem
sıcağı”na doğru ilerliyoruz. Ufukta Eyyam-ı
Bahur sıcakları var...
Dönüş yolunda özellikle Osmanlı döneminde
denizciler tarafından İstanbul Boğazı’nın manevî muhafızı kabul edilen
dört ulunun makamı önümüzü kesiyor. Önce Anadolu Kavağı’ndaki Yûşâ Tepesi’ndeki
Yûşâ Aleyhisselâm ve Rumeli Kavağı’ndaki Kadirî Şeyhi Telli Baba
makamlarını hürmetle tazîm ediyor, sonra ise bu makamların diğer iki muadili
Marmara’nın girişindeki Üsküdar’daki Celvetiyye tarikatının kurucusu Azîz
Mahmûd Hüdâyî ve Beşiktaş’taki Şeyh Yahyâ Efendi’ye dualarımızı
gönderiyoruz.
Bütün şühedâya ve İstanbul Boğazı’nın manevi muhafızlarına
rahmet olsun.
HAMİŞ:
İstanbul önlerine gelen İtilaf Devletleri
donanması 465 yıllık Osmanlı başkentini askerî abluka altına aldı. İtilaf
Devletleri, Mondros Ateşkes Antlaşması’ndan hemen sonra antlaşma gereğince 13
Kasım 1918 Çarşamba günü İstanbul’u fiilen işgal etti. Tarihe “Kara Bir Gün”
olarak geçen bu işgalden bütün İstanbul gibi Rumeli Kavağı’ndaki Yeni Mahalle ve Büyükdere’den Bebek’e kadar uzanan
bölge de İngiliz postalları altında 4 yıl 10 ay 23 gün esaret yaşadı.