Dolar (USD)
35.18
Euro (EUR)
36.53
Gram Altın
2966.40
BIST 100
9724.5
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE
23 Nisan 2024

​İstanbul'un bir"Seng" ' inde muhabbet

Bir kaç saattir bir dostumla -maalesef oldukça gürültülü bir mekânda- yorulduğumuz için kaçmaya çalıştığımız mevzuları yani memleket meselelerini konuşuyorduk. İstanbul' un yaşanamaz hale gelişi, demografik yapısındaki kontrolsüzlük, belirgin dengesizleşme vb. konularla başlamış bulunduk. Buraya doluşmak isteyenlerle, bu kente mecbur olanlarla buradan kaçış düşünceleri ve gelişigüzel, plansız pratiklerini zihinsel bir tahterevalliye zoraki bindirmeye çalışıyorduk.

Ona, bir zamanlar

“Bu şehri Stanbûl ki bî-misl ü bahâdır

Bir sengine yekpare Acem mülkü fedadır.”

Nedim

beyiti öyle bize göreydi ki, uzak yakın İstanbul çevremin yurt dışına çıkma duygusu yaşamalarını ve -yurt dışındaydım veya yurt dışına çıkıcam-vs. gibi sözleri ısrarla söylerken onları bir türlü anlayamayacak kadar kasdî kıt bir duygu ile çok samimi çok aptalca onlara bakmayı ve bu bakış açısındaki gücü de bu beyiti için için yudumlayarak aldığımızı söyledim. Tabii ki bir zamanlar…

Lise yıllarından beri Kubbealtı’ndan, Türk Edebiyatı dergisinden gelecek, hakkımızdaki en ufak edebi haberle göklere uçan ve kör bir İstanbul aşığı olarak buraya yerleşen ben bile son yıllarda, yaşanan bu karmaşadan “Acaba İstanbul eskisi kadar beni sevmiyor mu?” şüphesini yaşamaya başladığımı itiraf ediyorum dedim. İstanbul doyma noktasını yıllardır geçti. Kusma noktasını yaşıyor yıllardır. İnsan yüzü görmeye dayanamaz hale geldi. Tabiri caizse “seng” leşti. Pek çok “acem mülkü” ‘nden hiçbiri bir İstanbul değilken “Coğrafya’nın bir kader” olmadığını ve kaderden çaresizliği kast etmediklerini göstererek kader inancını daha doğru yaşadılar. Kadersizlik coğrafyada değil o coğrafyayı hakkıyla değerlendiremeyen insandaydı. Bunu gösterdiler.

Kabul edelim ki; İstanbul'un "sengi" eski seng değil tabii ki. İstanbul hakikaten hepten taşlaştı. İstanbul tam anlamıyla "seng"onarmeleşti...

Fakat ille de neden hiç bir yere gitmek istemediğimi ve neden hiç bir yerli yurtlu da hissetmediğimi, ne çakılıp kalma, ne defolup gitme duygusu yaşayamadığımı çözümlemem zor görünüyorsa da bu beyit göğsümüzdeki o ilk duruşunda hala direniyor. Ya da birazdan çivisi çıkacak düşecek duvarımızdan, o sayfamız içimizden koparılıp atılacak…

Mevzuyu şehrin karmaşasına rağmen derinleştirdi isek de oturduğumuz mekânda gürültü fonu fazlasıyla mevcuttu.

Sigara ve yan mekânlardan saldıran nargile dumanı ortamı iyice ağırlaştırıyor ve birer tortu gibi bizi dibe çekiyor, mekâna buluyordu.

“Muhabbette ilk başta sesin, kalbe duyurulması için artı bir çabaya gerek duyulmadan ulaşması lazım” diyerek başladım ise de tadından kalkmaya üşenip devam ettik.

Daha kulağa kendi akışında ulaşamayan ve gürültülerle tökezletilip düşürülen bir sesin, söze ve manaya, oradan da kalbe, k/ana karışması zor oluyordu. Fakat duyma isteği olduğu için bu engel aşılıyor ve anlam, o kendini arayan istekle buluşuyordu.

Öte yandan… Sesimizin çok iyi, çok net duyulduğu bir mekânda, dudağımızın dibindeki kulaklarda paslar cirit atıyor ve topuklu anlamsızlıklar dans ediyorsa şayet, sözü duyurmak tamamen imkânsızlaşır da...

Ses ve dil yerel, sessizlik ve dilsizlik evrenseldir, düşüncesini içiyorduk...

Seslilik, dil dili anlam itibariyle mekânı aşabilir belki fakat dilsizliğin anlaşılmak için bunu bile yapmasına gerek yok... Sessizlik çeviri istemiyor. Sessizliği tercüme etmek daha kolay. Sözsüz müziğin sözleri de çeviriye ihtiyaç duymuyor. Sözün bazen konuşma engelliliğini doğurduğunu, konuşanların çoklarının bir türlü anlaşamadığını da düşünürsek... Hatta dilin artık anlaşamama ve kavgada kullanılan bir anlaşmazlık köprüsü olduğunu düşünürsek...

Fakat en çok ta özgünlüğün ve anlaşılamamanın, dahası dikkate alınmamanın susmaya ittiği zamanlardan geçiyor olduğumuzu düşündük.

Charlie Capliin 70. yaş gününde

kendine hediye ettiği şiirde şöyle söylüyor:

"Kendimi gerçekten sevmeye başladığımda anladım ki;

Duygusal acılar ve keder bir uyarıydı bana,

Kendi gerçeğime karşı yaşadığımı anımsatan.

Bolmak'iliyorum, bugün buna

“özgün olmak” diyorlar..."