Dolar (USD)
34.57
Euro (EUR)
36.00
Gram Altın
3017.21
BIST 100
9549.89
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE
16 Kasım 2019

İstanbul vatanımızın kalbidir

(4)

Türkiye’de, Anadolu topraklarına kaçan Rus mültecilere Beyaz Ruslar denilmekteydi. Beyaz Ruslar için İstanbul geçici bir yerleşim alanı olarak seçilmiştir. Bu yüzden kent yaşamına siyasal bir etkiden çok kültürel etki bırakmışlardır.

(1991’de Sovyetler Birliği’nin dağılması ile birlikte İstanbul ikinci kez “bavul ticareti için “Laleli Piyasasını mesken tutan “nataşaların istilasına uğramıştı. Ticarette milyar dolarların döndüğü semt bir taraftan parasal zenginliğin zirvesine çıkmış, diğer taraftan ise ahlâkî çöküntüde dip yapmıştı.)

İstanbul’a Rus mültecilerin gelmesiyle birlikte toplumsal doku köklü değişimlere uğradı. Şimal Sokak 10 numaradaki büro Beyaz Ruslara iş bulmakla yükümlüydü. İşgal İstanbul’unda Beyaz Ruslar marangoz, duvarcı ustası, demirci, terzi, bahçevan, şoför, oyuncakçı, oto tamircisi, çiçekçi (İşgalci Fransız ve İngiliz askerleri Galatasaray’da çiçekçilik yapan Beyaz Rus kızlarını rahatsız edince, kızlar Hristaki ya da Sait Paşa geçidi olarak bilinen Pera’ya sığınıyor. Zamanla burada çiçekçi dükkânları açılıyor. Ve bir süre sonra burasının adı Çiçek Pasajı oluyor), dadı, sekreter, muhasebeci, balıkçı gibi mesleklerde istihdam ediliyordu.

Ruslar ahlâksızlığı veba gibi yaydı

Cepleri elmasla dolu gelenler ise müsriflikleri ve simsarlar tarafından dolandırılmaları sonucu kısa sürede sefalet içinde yaşamaya başlıyordu. Çar’ın sarayında yaşayıp her türlü konfora sahip olanlar Beyoğlu’nda garsonluk yapmaya, daha az şanslılar Galata pavyonlarında kokain satıp kendilerini pazarlamaya başladı. Aralarında bulaşıkçı düşesler, tuvalet temizleyici kontesler, hastabakıcı baronesler, dadılık yapan nedimeler de vardı. Beyoğlu, Beyaz Ruslarla birlikte yeni bir döneme kapılarını açıyordu. Müslüman Osmanlı toplumunun değerlerini erozyona uğratacak bütün rezaletler sahneye konuyordu.

Mütareke yıllarında, İstanbul sakinlerinin yoksul kalışı, birçok Rus göçmenin parasız pulsuz İstanbul’a sığınması, alkol, fuhuş, kumar gibi toplumsal problemleri körükledi. Ahlâkî çöküntü şehrin her yerinde kol gezmeye başladı. Bir yandan çekirge gibi şehrin her yerini istila eden İşgal Orduları, diğer yandan Rus dilberleri ateşle barutu simgeliyorlardı.

İstanbul, fahişe ve esrarkeşlere esir oldu!..

Otomobil içinde sarhoş Amerikan bahriyelileri kucaklarında Rum dilberlerle Beyoğlu’nun büyük caddelerinde resmigeçit yapıyordu. İngiliz askerleri viski ile zilzurna sarhoş olduktan sonra rastgele etrafa saldırıyordu. Rum ve Ermeni kahpelerinin oynaştıkları coşkun medeniyet düşmanı orduya Bolşeviklerden kaçan Çarın enkazı da ilave edildi.

Topla, tüfenkle, teyyare ile, bomba ile dünyanın kırk küsur milleti İstanbul’u ezememişti; İstanbul fuhuşa, beyaz toza, kokaine müptela oldu. Çar ordularına altıyüz sene karşı duran İstanbul, Rus fahişelerine esir oldu!..

İstanbul’u mesken tutan fuhuş, belli başlı üç bölgede kendini gösteriyordu. Bunlar Beyoğlu Abanos ve Ziba mıntıkaları, Galata mıntıkası ve Üsküdar bölgesidir. Pera ve Galata mahallelerindeki kayıtlı evler ve pansiyonlar Hristiyan ve Yahudilere aitti. Buralarda Müslüman kadınların çalışması yasaktı.

Kokain ile halkın aklı, tombala ile parası çalınıyor, tımarhaneler kokainmanlarla, eteromanlarla, morfinmanlarla doluyordu.

“Rus Modası halkın ar damarını çatlattı!..

Beyaz Rus dilberler Galata ve Beyoğlu’ndaki kahvehanelerde tombalacılık yapıyor ve hovarda erkeklerin bu yolla ceplerini boşaltıyordu.

Türk erkeklerinin Rus kadınlara aşırı ilgi göstermesi sonucunda, Asri Kadınlar Cemiyeti gibi kuruluşlar 1922 yılında bir basın toplantısı düzenleyerek, Beyaz Rus kadınlarının “ahlâka mugayir davranışları nedeniyle sınır dışı edilmelerini istiyordu.

Ahali, Rus kadınlarının saç biçimini moda kabul ediyor ve “Rus Başı adıyla kısa kesilmiş saçlar, omuzları yırtık elbiseler toplumda yayılıyordu. Diğer bir ifadeyle “Millî Moda çarşaf demode, “Rus Modası omuzları yırtık elbiseler moda oluyordu. Peçe kalkıyor, ipek çorap yeni bir çağ açıyordu!.. Bacak örten çoraplar, artık bacakları ifşâ etmek için giyiliyordu.

Rus göçmenler sayesinde İstanbul’a plaj modası geliyor, yarı çıplak Rus kadınlar Fürüye’de (Florya) denize giriyordu. Yüzyıllardır denizden kaçan İstanbul halkında mahremlik giderek kalkıyor; Türk kadınları için de açılma devri başlıyordu.

İstanbul basını, Rus mültecilerin İstanbul’a gelmelerinin engellenmesini istemekte, bu konuda hükümet yetkilileriyle yaptıkları mülakatlarda bu göçler üzerinde hassasiyetle durmaktaydı.

Harbiye Bakanlığı 14 Ekim 1920 tarihli başbakanlığa yazdığı tezkereyle, önceden Odesa’dan gelen Rus mültecilerinin kente getirdiği olumsuzlukları da hatırlatarak, bunlara engel olunması için kendilerine izin verilmesini istedi. Başbakanlık ise durumu, Dışişleri Bakanlığı kanalıyla başta Wrangel hükümetini tek başına tanımış olan Fransa olmak üzere İtilaf güçleri komiserlerine Rus mültecilerinin İstanbul’da iskan edilmelerinin inzibati, ahlâkî, sağlık ve ekonomik yönden ortaya çıkartacağı sakıncaları dile getirerek bildirdi.

Yunanlılar, Megalo-İdea hayalinin peşinde

İstanbul, Balkan ve Birinci Dünya Savaşı nedeniyle Balkanlar ve Rumeli’den gelen muhacirlerin sorununu henüz çözemeden girilen mütareke döneminde İstanbul, Anadolu’dan ve Güney Rusya’dan gelen ve sayıları yüzbinleri bulan yeni göç dalgasının problemleriyle yüzleşmişti. İstanbul’un ekonomik, sosyal, asayiş, iaşe, sağlık gibi problemlerini ağırlaştıran bu göç dalgasının oluşturulmasında yer alan en önemli faktör Yunanistan’ın Osmanlı Devleti’nden ayrıldığı 24 Nisan 1830 tarihinden itibaren Megalo-İdea adı verilen Bizans-Grek İmparatorluğu’nu kurmak, Ege Denizi’ni bir Yunan denizi haline getirip Trakya ve Anadolu toprakları üzerinde bunu gerçekleştirme hayali yatmaktaydı.

Bu hayalini gerçekleştirmek için İngiltere’nin yardım ve desteğiyle Batı Anadolu ve Trakya’yı işgale başlayan Yunanistan, girdiği bölgelerde uyguladığı öldürme, toplu katliam, işkence, yakma, ırza geçme, kaçırma gibi acımasız yöntemlerle Türk nüfusunu azaltmaya başladı. Yunanistan’ın bu yöntemleri karşısında Batı Anadolu, Trakya ve Karadeniz’den yüzbinlerce Türk canlarını kurtarabilmek için daha güvenli buldukları İstanbul’a ve Anadolu’nun diğer şehirlerine kaçmaya başladı.

İstanbul’a gelen Türk Müslüman mültecilerin yerleştirilecekleri merkezlere düzenli olarak dağıtılmaları için Beyazıt’taki Çifte Saraylar binasında bir merkez oluşturuldu. Mülteciler 38 ayrı yerde iskâna tabi tutuldu.

İstanbul’daki mültecilerin sayısı 101.955’i buldu

Mülteci akını, 1921 yılında da artarak devam ediyordu. Yoğun muhacir akımı karşısında yer sıkıntısı baş gösterince, muhacirlerin bir kısmı camilerde iskân edilmeye başlandı.

Bu tarihlerde konutsuz, aç, başıboş 15.615 serseri İstanbul’u mesken tuttu. 1921 yılı içinde İstanbul’daki mülteci sayısı Ermeniler 3200, Rumlar 5000, Ruslar 65 bin, Türkler 27.755 ve diğerleri olmak üzere toplam 101.955’i buldu.

(Tıpkı bugün iç savaş nedeniyle ülkemize akın ettirilen 4 milyon Suriyeli, Nijeryalı, Senegalli, Faslı, Ganalı, Gambiyalı, Kamerunlu, Etiyopyalı, Somalili, Ugandalı, Afganistanlı, Türkmenistanlı, Gürcistanlı, Özbekistanlı, Iraklı, İranlı mülteciler gibi...)

Türk askerine selamlama rezaleti yaşatıldı

Bu dönemde İstanbul’da yaşanan sıkıntılara başka bir rezalet de eklenmişti. İşgal güçleri, Osmanlı askerlerini hakir görmüşler ve rütbesi ne olursa olsun bir Osmanlı asker veya zabitinin İtilaf Devletleri askerine yolda, sokakta karşılaştıklarında selam vermesini zorunlu kılmışlardı. İşgal kuvvetlerinin askerleri, kendilerine selam vermeyen Türk subaylara hakaret ediyor, onları psikolojik baskı altına almaya çalışıyordu. Selamlama ilerleyen süreçte ciddi bir problem haline geliyor, bunun sonucu olarak da selamlamaya dair alt komite kuruluyordu. Selam verilmemesine ilişkin bir ceza belirlenmediği için müttefik subaylar selamlanmadığında verilen karşılık hakaretle sınırlı kalıyordu.

Gizli teşkilatlar devreye girdi

Bu gelişmelerin gölgesinde Mustafa Kemal Paşa, Samsun’a hareket ettiği zaman Birinci Damat Ferit Paşa hükümeti işbaşındaydı. Amasya bildirisi, Erzurum ve Sivas Kongreleri süresince de aynı sadrazamın ikinci ve üçüncü hükümetleri iktidarda bulunuyordu.

İstiklâl Savaşı başlarken Ankara’da Büyük Millet Meclisi kurulmuştu. İstanbul’da da buna paralel olarak Teşkilat-ı Mahsusa’nın desteğiyle birçok gizli teşkilat oluşturulmuştu. Merkezi Ankara’da bulunan Müdafa-i Milliye Grubu’yla işbirliği halinde olan Felah ve Yavuz grupları, İstiklâl Savaşı’nın başlamasından sonuna kadar büyük hizmetlerde bulundu.

13 Kasım 1918’de fiilen gerçekleşmiş olan işgal, 16 Mart 1920 tarihinde resmi işgale dönüştü. Her gün biraz daha kötüye giden bu süreçte Millî Mücadele ile birlikte ülkedeki düşman işgallerine karşı mücadele ve yeni bir rejim arayışları başlamıştı.

Çarlık Orduları ve İstanbul’daki artıkları ile birlikte gelen 100 bin civarındaki mültecinin problemleri Müttefik Güçleri için de tam bir handikap oluşturmuş, hatta İngilizlerin Çarlık askerlerini Anadolu’daki Millî Mücadele hareketine karşı kullanmak istemeleri de bir sonuç vermemişti.

Türk milleti, ordusunu vatanını kurtarmaya memur etti

Türk milleti, ordusunu vatanını kurtarmaya memur etmişti. Fransızlar ve İngilizler yeni bir savaşı göze alamayacak, 11 Ekim 1922 sabahı Mudanya Mütarekesi’ni imzalayacaktı. 14-15 Ekim 1922’den itibaren yürürlüğe girecek olan mukaveleye göre Yunan ordusu işgal ettiği topraklardan çekilecekti.

Bu gelişmeler üzerine İstanbul, Refet Paşa’yı göz ardı edilemeyecek derecede büyük bir heyecan ve sevgiyle karşılıyordu.

İstanbul her zaman büyük vatanın kalbi, beyni, ruhu ve ışığıydı. Ve onsuz bir Türklük yoktu, olamazdı.

4 Kasım’da Osmanlı’nın son Başbakanı Tevfik Paşa, Osmanlı Devleti’nin son hükümetinin resmi mührünü Halife Sultan 6. Mehmet Vahdettin’e iade etti.

Türkiye Büyük Millet Meclisi 4 Kasım 1922 öğleden sonra İstanbul idaresine el koymuştu.

Refet Paşa, İstanbullu Rumlar için kısa ve sert bir uyarı yayımladı. Kendilerini Osmanlı değil, Yunan uyruğu görenlerin 18 Kasım’dan önce şehri terk etmelerini istedi. İngilizlere verilen mesaj ise İstanbul’da istenmedikleriydi.

Şeriye Bakanlığı’nca tanzim edilen hal’ fetvası gereğince hal’ edilen Sultan Vahdettin’in yerine Büyük Millet Meclisi’nin 18 Kasım 1922 tarihli oturumunda oybirliği ile Hilafet makamına Abdülaziz oğlu Abdülmecid seçildi.

Bu karar aslında bir dönemin sonuydu. Hilafetin ilgasıyla birlikte koskoca Osmanlı’nın çöküşü noktalanıyor, yeni acıların yaşanacağı sancılı bir döneme giriliyordu.

İşgalciler İstanbul’u merasimle terk etti

24 Temmuz 1923’te Lozan Sulh Antlaşması’nın taraflarca onaylanmasıyla, bunun sonucu olarak yönetim savaşının sonu gelmiş oluyordu. Antlaşmadan sonra 23 Ağustos 1923’ten itibaren işgalci itilaf kuvvetleri birçok soru işaretini arkada bırakarak ilginç bir şekilde İstanbul’dan ayrılmaya başlıyordu.

25 Ağustos 1923’ten itibaren işgal güçleri, İstanbul’un boşaltılması hazırlıklarına ve işgal edilmiş binaların peyderpey Türkiye’ye teslim edilmesine başlamış, bir buçuk ay sonra tamamlanacak olan ikmalin ardından bir merasim tertiplenmesi kararlaştırılmıştı.

Mondros Mütarekesi’yle birlikte İtilaf Devletleri tarafından el konulan bütün harp mühimmat ve malzemelerinin Türk hükümetine teslimine dair teslim zaptı işgal kuvvetleri komutanları tarafından imzalanarak son işlem de gerçekleştirilmiş oldu.

Son itilaf birliği ise 4 Ekim 1923 günü Dolmabahçe Sarayı önünde düzenlenen bir törenle Türk Bayrağı’nı selamlayarak şehri terk etti.

Türk ordusu gözyaşlarıyla karşılandı

Tam 5 yıl süren ve Türk milletine çok elemli günler yaşatan bu hayat ve memat meselesi de böylece son buldu. Türk milletine yeni ümit ve gelecek kapıları açıldı.

6 Ekim 1923, İstiklâl Savaşı’nı, dişi, tırnağı, yaşlısı, genci, kadını erkeği ile kazanan asil bir milletin zafer günüydü.

Tek düşman askerinin kalmadığı İstanbul’a ilk giren 1. Tümen Kumandanı Hüseyin Hüsnü Emir Erkilet Paşa’nın şanlı ordusu, İstanbul halkının gözyaşları, alkışları ve çiçek yağmuruyla karşılandı.

4 yıl 10 ay 23 gün süren uzun bir işgal ve kontrol döneminden sonra İstanbul, Türk ordusunun denetimine geçmiş; Korgeneral Şükrü Naili Gökberk komutasındaki 3. Kolordu da, tıpkı 1. Tümen gibi 6 Ekim 1923 günü coşkun bir bayram havası içinde, sevinç gözyaşları arasında ve çiçek yağmuru altında İstanbul’a girdi. Böylece 5 yıl kan ağlayan güzel İstanbul resmen işgalden kurtulmuş oldu.

566 yıl önce Fatih Sultan Mehmed 29 Mayıs 1453’te fethettiği İstanbul, 96 yıl önce 6 Ekim 1923’te düşman işgalinden kurtarıldı. Böylece İstanbul’un İtilaf Devletleri askeri güçleri tarafından 30 Ekim 1918’de Osmanlı Devleti’nin ölüm fermanı Mondros Mütarekesi’yle başlayan işgal edilmesi süreci, 6 Ekim 1923 yılında Türk ordusunun İstanbul’a girmesiyle tamamen son bulmuş oldu.

Allah bu kara günleri milletimize bir daha yaşatmasın.

İstanbul’a vefa

Medeniyetlerin geçit merasimi yaptığı yaşadığımız şehre vefa duygusuyla kaleme aldığım bu yazı dizisinde “Kara Bir Günün canlı tanığı Binbaşı Aziz Hüdâi (Akdemir) Bey’in insanı sarsan hatıralarının yer aldığı “Kara Bir Gün-İstanbul Nasıl İşgal Edildi? kitabından istifade etmemize imkân sağlayan Kesit Yayınları’na, yakın tarihimizde önemli yer tutan “İşgal İstanbul’unu arşiv belgeleri, yerli ve yabancı kaynaklar üzerinden araştırarak kaleme alan Ali Karayaka beyefendiye ve bu eseri “İşgal Altında İstanbul adı altında yayınlayan İnkılâp Kitabevi’ne teşekkür ediyoruz.