İstanbul; Sur içi, canımın içi
“O günden beri senin yüzünden, bu kadar
berbat-kadersiz hale getirdiğimiz halde kıskanılan bir ülke olduğumuzu
biliyorsun, İstanbul! Senin yüzünden… Coğrafya kaderdir sözünü beşyüzlük
tespihle devirmemiz de senin yüzünden!” sözlerini mırıldanırken uyandım
İstanbul’a. İsyanbul mu deseydim… Yok. Kelime oynamayalım. Madem kalem de bir
silah, madem anlam avcısıyız. Rasgele…
…
Ocak 1. Güneş bin. Kökü göklü çiçek; kar hiç yok.
İnce ince ağmak ta yok. Halbuki lapa lapa kar yağdığında her birimize özel bir
mektup atılıyormuş hissine kapılırım. Bulutlar görünmez kapımızda beyaz beyaz
bağırır: "Postaaa!"
Bu sene henüz bi' mektup gelmedi. İki satır...
Diyorlar ki; güneş kışı İstanbul’da geçirecekmiş.
Çoğu insanın kaçmayı düşündüğü fakat Çatladı kapısını çatlatamadığı,
Topkapı’sını çarpıp gidemediği, ergence değil, ergince, olgun bir sevgiyle
sevdiği İstanbul’da kalıyor güneş… “Gökyüzü de sallanıyor mudur, deprem
olduğunda?” diye soran bir çocuk var mıdır? “Bilime değil bu soru…” diyen hemen
arkasından…
Güneşi anlıyorum. O da İstanbul’u seviyor. Büyük
sarsıntıyı, kıyameti o da burada bekliyor…
İstanbul’un sur içi kadar karmaşık ve aslında
herkesin biraz saydamlaştığı, neredeyse insanların birbirinin
içinden-ortasından, araçların da insanların üstünden, içinden geçerek ve yine
de ezilmeyerek sığıştığı dar sokakları olan başka bir yer daha var mıdır?
Fatih, Koca Mustafa Paşa, Cerrahpaşa, ey paşalar neredesiniz? İlçe Belediye
Başkanımız -çok ciddi hürmetle söylüyorum- elinden geleni değil, gelmeyeni de
yapmaya çalıştığı, büyük şehir belediyesinin arkasını toplamaya çalıştığı
halde, ne kadar hakkından gelinemez bir
şehir haline geldin İstanbul. Fakat işte aşkın gözü görme engelli. Kör
demeyeceğim edebi olmasın diye. Âsâsız
üstelik aşk. Daima kırmızı çizgiyi arıyor. Sarı çizgi umurunda değil. Kırmızı
-bu arada sıtkımız sıyrılan yılbaşı kırmızısı değil ha, sakın.- Pastel kırmızı,
ya da içten içe yanan köz kırmızısı. (Şerh düşe düşe asıl yazıyı unutacağız.)
Biliyorum; millet olarak çok suçluyuz sana karşı
İstanbul! Biz böyle işte; kendi bağımsızlığımızı tattırdığımız bir coğrafyaya
körolası aşık, tam bağımlı ve sevdamızı onu mahvederek, yaşatmayarak gösteren
bir milletiz. Coğrafyanın neresi kader, neresi değil bunu iyi bildiğimiz halde
“Coğrafya kaderdir.” Gibi üç beş cümleden sakız imal eder, çiğner dururuz.
Kürsülerde bile! Vallahi!
Allah aşkına İstanbul, söylesene; coğrafya kader
olsa, böylesine güzel bir coğrafya böylesine kötü bir hale, şekle getirilebilir
miydi? Anadolu da öyle. Öteden beri hiç ilgilenmeyerek ve köhne bırakarak rant
sağlayanlar yirmi yıldır bir şeyler yapılmaya çalışıldığında rant rant diyerek
her yenileşmeye çamur atmayı sevdiler. Çok bilmem bu konuları, -ben başka bi
boyutundayım kaderimin, seçiyorum yani, boyun bükmüyorum- da; önceki siyasi
dönemlerde kendi mantar tarih anlayışınıza göre bütün bir tarihi yok saydığınız
gibi, tarihini de yok saydınız İstanbul’un. Bir parça kendine getirilen ve
eskisi gibi neşeli bir tarihi hatırlatan, güne de kıvanç veren ne hoş
restorasyonlar yapıldı. Fakat bu yüzden de pek çok mekân yıllarca galvanizlerle
ve bırakın kullanımı, görüş hizasızlığında saklandı, saklandı. Geçmek zor oldu.
Bütün İstanbul şantiyeye dönüştü. Her vakit gürültülerle ve hep ayakta, uykusuz
bir kent oldu. Neyse ki deniz karayı temize çekiyordu geceleri… Neyse ki boğaz
yutkunup duruyordu; söylenemeyeni… Neyse ki koca denizi nehir yapan bir tabii
sihri vardı İstanbul’un… Neyse kileri çok olan bir coğrafyaydı…
Ah İstanbul. Yığma bina, yığma insan, yığma
hayatların şehri.
Çoklarının gizlice birbirine “Acaba bunlar
gidecekler mi ki?” diye baktığı, “Onlar, bir de şunlar giderse biraz
sakinleşir.” Diyerek işe, güce daldığı, yürüyecek kaldırımı zor bulduğu şehir…
Seni nasıl anlatabilirim ki? Sen bir yazıya sığacak bir kent misin? Değilsin.
Sen bizi fethettin fakat biz seni tam bir fethedemedik. Karadan gemi
yürütebilen bilim ve teknik aklı devam ettirerek, güncelleyerek kullanmakta
tembellik yaptık ve epeyce geç kaldık. Biz seni eskimeyen yeni köklerine
yakışır bir dallı, çiçekli, kuşlu, meyveli koca bir çınar olarak yükseltemedik
geleceğe… Coğrafya kader olsaydı, yani bilinçli seçilmiş bir kader olduğu
halde, bu bilinçli seçim zihniyetimizde devam etseydi ve işlevini
sürdürebilseydi; sen gibi olağanüstü bir coğrafyayı bu kadar zebil, bu kadar
rezil etmezdik. Bilmem ki biz senin kötü kaderin miyiz? Bilmem ki sana
yaptığımız her haksızlığa rağmen yine de kubbelerden sabah çiğlerini uyandıran
“Uykudan, gafletten, bilinçsizlikten hayırlı ilkeler” hatırına mı bize
sabretmektesin?
Bilmem ki yaşayacağına inandırılan şiddetli yedi
ile yedi tepeni de alıp gidecek misin dünyadan?
…
Ve daha lisedeyken Türk Edebiyatı dergisinde
yazılarımın taze taze yayınlandığına değil, İzmir postasıyla gelen dergiden
İstanbul’u koklamayı sevdiğim, gençlik sevdam: İstanbul! Seninle sonbahar olmak
da güzel! Bu haldeyken, her şeye rağmen güzel! Olsun! Bahar da olsa son, son da
olsa bahar…