Dolar (USD)
34.57
Euro (EUR)
36.00
Gram Altın
3017.21
BIST 100
9549.89
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE
14 Kasım 2019

İstanbul böyle zulüm görmedi

(2)

İnsanlar İtilaf donanmasının İstanbul’a gelişini hava şartlarının olumsuzluğuna rağmen Galata Rıhtımı’na veyahut Marmara Denizi kenarı ile Boğaziçi’nin yüksek tepelerine çıkarak izliyordu. Gemiyi görenler “Zitolar-Yaşasın!..” naraları atıyordu. Rumlar, Beyoğlu sokaklarında gördükleri Fransız askerlerinin arkasına takılıp hafifmeşreplik yaparak onları öpmek istiyordu.

Gazetelere yeniden sansür kondu

1. Dünya Savaşı’nda uygulanan askeri sansürün ardından Mondros’ta ateşkes antlaşmasını imzalayarak savaştan yenik çıktığını kabul eden İstanbul hükümeti; 1 Aralık 1918 günü gazetelere yeniden sansür koyuyordu. Çıkarılan genelgeye göre, İtilaf Devletleri’nin askeri harekâtı hakkında heyecan verici ve Osmanlı Devleti’ni oluşturan milliyetlerin arasını açan, padişaha saygısızlık, büyük devletlere düşmanlık güden ve hükümet şeklini değiştirmeye yönelik aykırı yayın yapılamayacağı emri veriliyor ve kişisel tartışmalar yasaklanıyordu.

İtilaf Devletleri, İstanbul’da zahiren kendi siyasi ve askeri menfaatleri aleyhine yazı yazılmamasını, hakikatte ise Türkçeden gayri lisanlarda çıkan gazeteleri serbest bıraktıkları halde Türkçe gazeteleri sansür altına almak için bir karma Sansür Bürosu kurmuşlardı. İtilaf sansür heyeti arasında yer alan, işleri güçleri müzevircilik olan, ahlâksız, vatan haini birtakım Rum ve Ermeni gençler vardı. Sansür dairesi, Beyoğlu Belediye dairesinden meşhur İngiliz işkence hanesi olan Arapyan Hanı ile isim benzerliği olan Galata’daki Arapyan Hanı’na taşınmış, burada Türk gazetelerinin dörtte biri bembeyaz çıkarken, Rum ve Ermeni gazeteleri sütunlar dolusu yazılarla Türklüğe en galiz hücumlarda bulunurken, Sansür İdaresi buna aldırış bile etmiyor, fakat Türk gazetelerinin haklı cevaplarının yayınlanmasına izin verilmiyordu.

İşgal altındaki topraklar bir an evvel kurtarılmalı

Mütareke hükümlerine aykırı bu tür uygulamalar işgallere olan tepkileri su yüzüne çıkarmaya başlamıştı. Meclis-i Mebusan’da Tevfik Paşa hükümetinin programının okunup güvenoyu istemesi sırasında büyük tartışmalar yaşandı.

1918 yılı başlarında payitahtın üzerinde durduğu en önemli mesele ise Osmanlı Devleti’nin işgal altındaki topraklarının bir an evvel kurtarılmasıydı. 14 Ekim 1918’de iktidara gelen Ahmet İzzet Paşa hükümeti görevine devam edemedi. Diğer yandan Tevfik Paşa, İzzet Paşa hükümetinin istifasından sonra yeni hükümeti hem içte, hem de dışta tepkileri yok etmek için İttihat ve Terakki Partisi’nden herhangi bir iz taşımamaya özen göstererek 11 Kasım 1918’de kurmuştu. Yabancı askeri görevliler harbiye işleri ile meşgul iken, Tevfik Paşa hükümetinden muhalif basının etkisiyle İttihatçıların derhal yargılanması işine bakması isteniyordu. Memlekette gittikçe artan siyasi parti çekişmeleri halkı birbirine düşürmekte ve bazı muhalif gazeteler ise “Memlekette İttihatçılardan taş üzerinde taş, omuz üzerinde baş bırakılmamalıdır” gibi açıkça tahrik edici yayınlarda bulunmakta idiler.

“Romalılar geri döndü” mesajı veriliyor

Diğer taraftan, Fransız General Franchet d’Espèrey’in karaya çıkacağı sahil geceden hazırlanıp, yollara birçok halı serilip, çiçekler serpiliyordu. Rumlar, Karaköy Meydanı’na ve Osmanlı Bankası’nın önüne, yerlere Türk bayrakları seriyor, azınlık ileri gelenleri, papazlar, yabancı gazeteciler ve fotoğrafçılar, sinemacılar, bu tarihi anı tespit için iskele başına toplanıyordu. General harp gemilerinin top sesleri, ticaret gemilerinin siren sesleri, Rumların ve Ermenilerin bitmek bilmeyen alkışları arasında Karaköy Meydanı’na çıkıyordu. Mavi kurdeleli beyaz elbiseli Rum kızlarının kendisine çiçek vermesinden sonra, bir papaz Türk boyunduruğundan kurtuldukları için dua ediyordu.

Diğer taraftan ise, Fransız General Franchet d’Espèrey, Galata Rıhtımı’ndan Beyoğlu’na kadar zafer alayı tertip ettiriyordu. Ata binmiş olan General d’Espèrey, eski Roma İmparatorları gibi etrafını selamlayarak ilerliyordu. Tertiplenen bu alayla âdeta İstanbul’un fethine gönderme yapılarak, “Romalılar geri döndü” mesajı veriliyordu.

Kalemşorların mürekkebinden ihanet damlıyor

General Franchet d’Espèrey atın üzerinde yerlere serili Türk bayraklarını çiğneyerek, arkasında Fransız, İngiliz ve İtalyan askerleri olduğu halde Beyoğlu’na çıkıyordu. O gece bütün azınlıklar kurtuluş şenlikleri yapıyordu. İstanbul tarafında da durum aynıydı. İstanbul şehremaneti binası önünde Fransız millî marşı “La Merseilles” askeri bando tarafından çalınmakta, Rum ve Ermeniler tezahürat yapmaktaydılar.

D’Espèrey, küstahlığını Dolmabahçe Sarayı’nda oturmak istediğini ve padişahın sarayı terk etmesini söyleyerek daha ileri boyutlara taşıyordu. Nezaket ve zarafet yoksunu general Beyoğlu’ndaki Fransız Sefareti’ne ilerlerken küstahlığını devam ettiriyor, asırlarca Osmanlı’nın teba’sı olan gayrimüslimler ise tezahüratlarını artırdıkça artırıyordu. Bu çirkin davranışlar hazmedilebilecek cinsten değildi.

İşgalin en başından itibaren işgalci subay ve askerler içlerinde barındırdıkları yüzlerce yıllık kini ortalığa saçmaya başlamışlardı. Özellikle Fransız General Franchet d’Espèrey’in yaptığı davranış Müslüman İstanbul ahalisini derinden yaralıyordu. Bir taraftan işgal güçleri, diğer taraftan ise bu işgale destek veren kalemşorların mürekkebinden ihanet damlıyordu.

“Kara Gün Dostu” Süleyman Nazif ihanete dayanamıyor

Fransız Generali Franchet d’Espèrey’in bu pervasızlığına ilk tepki gazeteci yazar Süleyman Nazif’ten gelir. Nazif, 9 Şubat 1919’da Hâdisat gazetesinde Fransız Generali Franchet d’Espèrey’in İstanbul’a gelişini ve şehirdeki azınlıklar tarafından sevinç gösterileri ile karşılanmasını kınayan “Kara Bir Gün” başlıklı yazı kaleme alır. Tarihte o güne “Kara Bir Gün”, dipnotu düşen Nazif’e de “Kara Gün Dostu” denir.

Süleyman Nazif, pek az zaman sonra padişahlık koltuğuna oturacak bir adamın karşısında, “O padişaha karşı gönlümde pek de hiss-i şükran bulamıyorum” diyecek kadar pervasız; İtilaf güçlerinin İstanbul’a dehşet saçtıkları bir zamanda hitabetiyle İslâm ve Türk âlemini heyecana getirecek kadar cesur bir adamdır.

Aslında o gün İtilaf sansür heyeti tarafından Türk gazetelerine General Franchet d’Espèrey ve İtilaf Kuvvetleri aleyhine imâ yoluyla bile olsa yazı yazmamaları için sıkı emir verilir. Fakat Hadisât gazetesinin provaları arasındaki “Kara Bir Gün” başlıklı yazı, sansür heyetindeki Türk memur Yüzbaşı Aziz Hüdâi Bey tarafından sansürden kaçırılır ve yazı bu şekilde baskıya girer. Ertesi gün Türk gazeteleri “Fransız generallerinden Franchet d’Espèrey şehrimize gelmiştir” şeklinde kısaca verirken, Hadisât’ta çıkan yazı büyük bir yankı uyandırır. Gazetenin sol üst köşesinde siyah bir çerçeve içerisindeki Süleyman Nazif’in “Kara Bir Gün” başlıklı yazısını okumak için İstanbullular 2 kuruşa gazeteleri saklayan müvezzilerden 1 lira vererek satın alır ve okurlar.

Nazif yazısında, bu büyük milletin Kanuni zamanında İspanya kralına esir düşen I. François’yı hücresinden kurtardığını ve tahtına iade ettiğini, defalarca Viyana’yı zapt ettiğini, dolayısıyla her milletin hayatında iniş çıkışlar olabileceğini, bu durumun değişeceğini ve Türk milletinin parlak azametli haline mutlaka kavuşacağını ifade ederek; en mesut günlerinde işgalcilerin yüzlerine bir tokat gibi vurur.

Cihan Harbi’nde Fransız ordularının Balkan başkumandanlığını yapan General Franchet d’Espèrey’in 8 Şubat 1919 Cumartesi günü Türkün haysiyetini çiğneyerek asırlardır varlıklarını Osmanlı’ya borçlu olan teba’ gayrimüslimlerin (Ermeni, Rum ve Yahudi) sevinç gösterileri içinde Fatih edasıyla bir at üzerinde İstanbul’a girmesini tel’în etmek için Süleyman Nazif’in kaleme aldığı “Kara Bir Gün” başlıklı yazı İstanbul’da kulaktan kulağa yayılır:

“Fransız generalinin dün şehrimize gelişi münasebetiyle bir kısım vatandaşlarımız (azınlıklar) tarafından icra olunan nümayiş, Türk’ün ve İslâm’ın kalbinde ebediyete kadar kanayacak bir yara açtı. Aradan asırlar geçse ve bugünkü hüznümüz ve bahtsızlığımız şevk ve ikbâle dönse bile, yine bu acıyı hissedecek ve bu hüzün ve teessürü çocuklarımıza ve torunlarımıza nesilden nesile ağlanacak bir miras olarak terk edeceğiz.

Alman orduları 1871 senesinde Paris’e girdikleri sırada, Büyük Napolyon’un zaferlerini kutlamak için dikilmiş olan Zafer Takı’nın (Fransa’nın başkenti Paris’te bulunan tarihi anıt) altından geçerken bile Fransızlar bizim kadar hakaret görmemişti. Ve bizim dün sabah saat 9’dan 11’e kadar hissettiğimiz üzüntüyü ve azâbı duymamıştı.

Her milletin hayat sayfalarında birçok ikbâl ve idbâr (yükselme ve düşme) sayfaları vardır. Fransa Kralı Birinci Fransuva’yı Şarlken’in zindanından kurtarmış ve koca Viyana şehrini defalarca kuşatmış bir ümmetin kader defterinde böyle bir kederli satır da yazılıymış. Her hâl, değişir. Arapların güzel bir sözü var: ‘Isbır feinne’d-dehre lâyesbır’ (Sen sabret, çünkü zaman sabretmez) derler”.

“Onları yakalayıp, kurşuna dizin!..”

Fransızların yüzüne bir tokat gibi inen bu yazının yayınını haber alan General Franchet d’Espèrey âdeta çılgına döner. Hemen, “Onları yakalayıp, kurşuna dizin!..” emrini verir. Ölüm emri verilen Süleyman Nazif ve sansür memuru Yüzbaşı Aziz Hüdâi Bey’den başkası değildir.

Aynı zamanda Fransız, İngiliz ve İtalyan subayların imzasıyla Bâbıâli’ye bir nota verilerek yarım saat içinde Süleyman Nazif, İtilaf güçlerine teslim edilmez ise, bu durumdan hükümetin sorumlu tutulacağı bildirilir.

Hâdisat gazetesi kapatılır. Yüzbaşı Aziz Hüdâi Bey 11 gün Fransız sefarethanesinin mahzeninde alıkonulur ve ardından Bekirağa Bölüğü’ne ve nihayet İzmir’e sürgüne gönderilir. (Aziz Hüdâi Akdemir bu süreçte maruz kaldığı insanlık dışı olayları Kesit Yayınevi tarafından yayınlanan “Kara Bir Gün-İstanbul Nasıl İşgal Edildi?” isimli hatırat kitabında en ince detayına kadar anlatıyor.)

Fransız General d’Espèrey’i kudurtan sebep

Mert ve metin bir insan olan İstanbul Polis Müdürü Mehmet Ali Bey’e kendiliğinden teslim olarak, “İster düşman kuvvetlerine teslim edin, ister Devlet Hapishanesi’ne gönderin” diyen Süleyman Nazif’e, “Üstad hangi suçunuz için sizi tutuklayacağım? Vatanını sevmek suçundan ise ben sizden daha fazla suçluyum. Çünkü ben hem vatanımı hem de çekinmeden, korkmadan onu müdafaa eden sizi seviyorum. Sizde olan ruh bende de var” diyerek tutuklamaz, araya Yusuf Franko Paşa isimli birinin araya girmesiyle kurşuna dizilme emri geri alınır. Süleyman Nazif diğer milliyetçi şair ve yazarlarla birlikte Malta’ya sürgün edilir.

Fransız Generali Franchet d’Espèrey harbiye nazırının istifasını istemesi, sadrazamı ayağına çağırıp tehdit etmesi, şehzadelere ve hanım sultanlara ait konakların Fransız askerlerine tahsis edilmesini istemesinin altında yatan gerçek başkaydı. General d’Espèrey, İstanbul’da sergilediği bunca pervasızlıkları bir davette şu cümlelerle ifade edecekti: “Bize karşı senelerce muharebe ettiniz ve harbin uzamasına neden oldunuz. Bunun cezasını elbette çekeceksiniz.

Kara Bir Gün” başlıklı yazı, Süleyman Nazif’in Malta Adası’na sürülmesine neden olsa da umutsuz günler geçiren Türk milletinin geleceğine meşale olmuş, işgal İstanbul’unda bir silkinme ve isyan hamlesini başlatmış, Millî Mücadele’nin fitilini ateşlemişti. İşgal şakşakçılığı yapan İtilaf Devletleri yanlısı yazılar kaleme alan kalemşorların kirli oyunları bozulmuştu.

Türk halkına esir muamelesi yapıldı

İtilaf Sansür İdaresi, özellikle 16 Mart 1920’de İstanbul’un resmi olarak işgali öncesi ve onu takip eden günlerde çoğu gazeteyi tatil etti.

Tevfik Paşa hükümetinin bazı üyelerinin teker teker istifası ve iki defa da çekilerek sözde yenilenip ayıklanmasına rağmen gazetelerin hücumuna, çeşitli siyasi parti ve cemiyetlerin açık entrikalarına dayanamayıp kesin şekilde çekilmesi üzerine yerine 4 Mart 1919’da Damat Ferit’in ilk hükümeti kuruldu.

İngilizler iyice azıttı

Müttefikler çeşitli sebep ve bahanelerle İstanbul’un işgalini olgun hale getirmeye çalışıyorlardı… Osmanlı hükümetinin bütçe açığı 100 milyon liraya yükselmiş, bundan önce, 3 Mart 1919’da İngilizler Osmanlı Bankası’nın istikrazatının (borçlanma) faizlerini haciz etmişlerdi. Hayat pahalılığı ise zaten savaş öncesine göre yirmi kat artmış bulunuyordu. İstanbul’daki İtilaf Devletleri yüksek komiserlerinin, Londra’dan dikte ettirilen kararları Osmanlı hükümetinin başbakanına 16 Mart’ta ortak nota olarak vermesine kalmıştı.

Bu işgal sırasında İngiliz askerleri Şehzadebaşı’ndaki Mızıka Karakolu’nu basıp, askerleri süngüleyerek şehit etti. (Bugün Vezneciler’deki caddeye bu mâkus olaydan dolayı 16 Mart Şehitleri Caddesi ismi verildi.) Resmî daireleri işgal edip, Meclis-i Meb’ûsan milletvekillerinden bir kısmını tutuklayıp Malta Adası’na sürgün etti.

İstanbul telgrafçılarından Manastırlı Hamdi, Ankara’da Mustafa Kemal Paşa’ya 16 Mart 1920’nin saat 10’unda şu telgrafı çekiyordu: “Bu sabah, Şehzadebaşı’ndaki Mızıka Karakolu’nu İngilizler bastı. Oradaki askerlerle çarpıştı. Neticede şimdi İstanbul’u işgal altına alıyorlar. Bilgilerinize arz olunur. Manastırlı Hamdi.”

Bu arada İstanbul’un resmen işgalinin kamuoyuna yansıtılmaması için 16 Mart 1920 tarihi ve öncesinde İstanbul basınından bazı gazeteleri arka arkaya kapatıldı.

Mustafa Kemal’den çağrı

Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Heyeti Temsiliyesi adına Mustafa Kemal Paşa aynı gün millete şu beyannameyi veriyordu: “Bütün komutanlara, vali ve kaymakamlıklara ve Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerine, belediye başkanlıklarına, Basın Cemiyeti’ne, İtilaf Devletleri’nin şimdiye kadar memleketimizi bölüşmeye yol bulmak için başvurdukları çeşitli tedbirler bilinmektedir… Nihayet bugün İstanbul zorla işgal edilip, 600 yıllık Osmanlı Devleti’nin hâkimiyetine son verildi. Giriştiğimiz kutsal istiklâl ve vatan mücadelesinde Cenab-ı Hakk’ın yardım ve esirgeyiciliği bizimledir.

Türk kadınlarına saldırı

16 Mart 1920 tarihindeki resmi işgalden sonra İstanbul’un hali daha karanlık günlere gidiyordu. İşgal subay ve erleri, Beyoğlu’ndaki Rum ve Ermeni gibi azınlık unsurlarının bulunduğu muhitte zafer sarhoşluğu içinde geziyordu. Diğer taraftan ise, İstanbul bir sömürge şehriymiş gibi Türk halkına esir muamelesi yapmaktan geri durmuyorlardı.

Bu işgal günlerinde binlerce müttefik askeri İstanbullu Türklerin yaşadığı yerlerin dışındaki pek makbul sayılmayan Pera’yı mâken tutmuştu. Fransız birliklerinde görev yapan Senegalli askerlerin sokaklarda kadınları taciz etmeleri Türkleri tedirgin ediyordu. Hatta bir defasında emperyalist işgal kuvvetlerine mensup Senegalli üç asker, üç çarşaflı Türk kadınını yere yatırmış, örtülerini ve diğer giysilerini parçalamaya çalmışlardı. Kadınların “İmdat!.. Polis yok mu?..” feryatlarına oradan geçen polis memuru Cemil Efendi yetişti. Türkün namusuna tecavüze yeltenen soysuzlardan birisini orada gebertti. Olaydan sonra Cemil Efendi, Fransızların Şeytan Adaları’ndan olan Guyana Adası’ndaki kamplarda ömür boyu kürek mahkûmiyetine (çalışma kamplarında çalıştırılma) çarptırıldı.

Yarın devam edeceğiz inşaallah.