İstanbul Bizim İçin Üsküdar'dı
Evden çıkardım ve genellikle kardeşim Fatih’le ve bazen de tek başıma okula doğru yola koyulurdum. Okulumuz Atik Valide semtindeydi. Biz ise Eski Üsküdar Sarayı’nın kurulduğu bu semtte oturuyorduk. Durun, sabredin söyleyeceğim neresi olduğunu ama yazıyı okurken biraz eski kelimeler duyarsanız n’olur sıkılmayın ve burun kıvırmayın lütfen.
Ve bu arada dikkatinizi çekmiştir mutlaka, neden paragraflar halinde yazmışım bu yazıyı diye. Postmodern çağın hastalığı işte, çok fazla aceleci ve sabırsız oluyoruz. Olur ya, bu kadar uzun bir yazıyı okumak sizi sıkabilir düşüncesiyle, size kolaylık sağlamaktır amacım.
Şimdilerde adı Aziz Mahmud Hüdayi Mahallesi olarak anılan Ayazma Mahallesi burası. Bugün o Eski Üsküdar Sarayı’ndan geriye Ayazma Camii, Ayazma Mektebi, su sarnıcı, hamamı ve buna benzer bazı eski kalıntılar kalmış olan bu nadide semtin Enfiyehane Sokağı’nda ikamet ediyorduk. Enfiyehane de neymiş ki diye sormayın, anlatacağım size.
Sessiz şehirler diye bir şey çıkarmışlar çağımızda ve buralara bayrak veriyorlar. Oysa bizde eskiden tüm şehirlerimiz sessizdi ve sessizlik içinde kilim desenleri gibi birbirlerine bağlı insanlarımızın hoş bir sesi vardı ki biz buna “ahenk” diyorduk. Öyle bir ahenkti ki bu, rengârenk, renkahenk bir huzurdu. Neyse konu çok fazla dağılmadan ana mevzuya dönelim biz. Adı üstünde enfiye buruna çekilirdi ve ferahlık hissi verirdi ki, işte bunun imal edildiği yerdi burası.
İnsan ve araç yoğunluğu yaşanabilir bir düzeydeydi. Tenhaydı sokaklarımız ve mahallemiz. Güvenlikliydi her yer. Evlerimiz göz temasına uygun bir haldeydi. Evinde oturan bir kişi göz ucuyla sokağı temaşa edebilirdi. Eski karakol binasının önündeki boş arsada (şimdi park) maçlar yapardık. Etraftaki evlerden yaşlı amcalar, teyzeler bizleri seyrederdi. Maç sonunda mahallenin tüm çocukları toplanır, pencerelerini açmış olan ya da balkonlarına çıkmış olan bu tonton amca ve nur yüzlü tatlı teyzelerle sohbet ederdik. Düşünsenize yaşınız kemale ermiş, evinizdesiniz ve sokağınızdaki çocukların şen şakrak seslerini dinleyerek oyunlarını seyrediyorsunuz, sohbet ediyorsunuz. Hayatın içindesiniz, bir kenara atılmış değilsiniz.
Martıları ve kargaları hep bir bağrış çağrış içinde olsalar da, güvercinleriyle, kumrularıyla, serçeleriyle, kedi ve köpekleriyle birbiriyle uyum içinde yaşayan bir semtti mahallemiz.
Çınarlarımız vardı sokağımızda. Ve çınar ağacı gibi kadim, demli dedelerimiz, nenelerimiz vardı. Ailesine, çoluk çocuğuna sahip çıkan merhametli babalarımız ve müşfik annelerimiz vardı. Komşularımız vardı, Hadiye teyze, Müjgân teyze anne yarısı gibiydiler. Ablalarımız vardı, Kâniye abla gibi, Nuray abla gibi. Abilerimiz vardı Fehmi abi gibi, Celal abi gibi. Amcalarımız vardı Fethi beyamca gibi, Hilmi beyamca gibi. Büyük bir aile gibiydik aslında.
İmrahor Camii’nden mütekaid saatçi Veysel hocamız vardı. Dünya şampiyonu güreşçi Abdurrahim Kuzu’nun babasıydı. Kızkulesi’ne inen Salacak İskele Arkası Sokak’taki Osmanlı’dan kalan konağının sokağa bakan girişteki odasında eski saatleri tamir eder, eski ciltli kitaplardan bir şeyler okur, bize de okuturdu, sarı ışıklı masa lambasının aydınlattığı huzur dolu bu odasında.
İstanbul bizim için Üsküdar’dı. Bir iki sokak ötesinde denize yani Kızkulesi’ne açılan semtimizdi, İstanbul.
Üsküdar Salacak Harem sahil yolu açılmadan önce burası semtin insanları için özel bir yaşam alanıydı. Tarihi Salacak vapur iskelesi ahşap ve sağlam haliyle hala ayaktaydı. Akşam güneşinin Topkapı Sarayı, Ayasofya Camii, Sultanahmet Camii, Bayezid Kulesi, Fatih ve Yavuz Sultan Camileri üzerinden ağır ağır süzülerek Eyüp’ten İstanbul semalarındaki batışını seyrederdik martılarla birlikte. İçindeki yolcularını evlerine yetiştirme telaşındaki akşam vapurları, dalga sesleri, martılar ve güneşin ziyası sönmeye başladıkça ağır ağır ortaya çıkan ışıltılı İstanbul. Gizemli ve ışıltılı haliyle bir başka güzeldi akşamın bu saatlerinde İstanbul.
Ve bir ses duyulurdu banisi Fatih Sultan Mehmed Han olan Salacak Fatih Camii’nden. Necati Hoca’nın gönül sesiyle okuduğu akşam ezanıdır bu. Aynı anda Üsküdar’ın her camisinden ezan sesleri yükselirdi semaya birbiri ardına.
Ve sonrasında bir sessizlik kaplardı tüm semti. Işıkları yanan evler, üç beş martı sesi ve denizden gelen hafif bir esinti…
Huzur içimizdeydi ve biz böyle güzeldik…