İstanbul babasına kızıp, başkasına kaçtı…
Ah İstanbul! Ben seni bıraktığımda, ders almış; aldığın dersten dolayı hizmete kavuşmuştun. Şimdi öyle bir ellere düştün ki; sen bize el, biz sana el olduk… Kendini öyle ellere teslim ettin ki: Sevgiyle dokunmak yerine; seni hoyratça mıncıklayıp, hoyratça didik didik ettiler… Sen babasının nazlı kızıydın, hoş sedalara, naraları tercih ettin…
Ah İstanbul! Devlet babana kızdın, yuva yıkıcı
FETÖ’nün yalan sözlerine kanıp, öyle birine kaçtın ki; adam ne eve geliyor, ne
sana sahip çıkıyor, nede sorumluluğunu bilip; sana rahatlık yaşatmıyor... Gözü
sende değil, oynaşta; kar yağdığında, balık ve yanında falan – filan, sel olur,
başın dara düşer, damarların tıkanır, felç geçirirsin; asla senin derdinle
ilgilenmez; hastaneye kaldırılsan sırtını döner gider ve: “Bana tatil çok yakışıyor” (!) der. Öyle birine kaçtın ki, bırak
normal zamanı; başın dara düştüğünde bile asla seninle ilgilenmez! Öyle birine nikâh kıydın ki; seni yanarlı
dönerli otobüslere bindiriyor, kafası atınca Fatih’e inat otobüsü denizde
yüzdürüyor…
Ah İstanbul, ah! Kendin ettin, kendin buldun… Ele
birine kaçtın ve kendine öyle bir kıydın ki; aylarca şehir şehir dolaştı, başka
sevdanın peşine düştü... Beyaz gömleği
ve yüzünün her yerinde dolaşan toparlak beyaz peçetesiyle senin için akmayan
terini sildi durdu ve seni unuttu… “İstanbul, nimet nimet!” diyen sana
hizmet dışında; her nimetten bolca faydalandı durdu... Gözünü diktiği başka
sevdalar yüzünden, babasıyla da arası bozuldu... Babası bile hayret verici
şekilde: “Oğlum evine dön, evine sahip
çık, yoksa yuvan elinden gidecek!” dedi ama bir kere göz başka yere kaymıştı,
kendini durduramıyor ki… Ah İstanbul! Hangi çöpün nereye ait olduğunu bile
bilemeyen, seni çöplere ve yerine getirilmeyecek vaatlere layık gören,
başkalarının yaptığı hizmetlere yancılık edip, sahiplenen ele birine nikah
kıydın ki…
Ah
İstanbul ah! Babana kızdın 25 yıllık yuvanı yıktın… Oysa ne güzel yuvan vardı.
Adam kendi elerliye saçını tarıyordu ve Avrasya Tüneli, Marmaray gibi iki
muhteşem örgü ve de Yavuz Sultan Selim gibi muhteşem bir toka takmıştı.
Üstelik: “hele dur! Sana daha ne örgüler yapıp ve o güzel saçına ne tokalar
takacağım, eteklerini inci – mercanla donatacağım diyordu…
Ah İstanbul ah! 25 yıllık yuvanı yıktın. Yuva
yıkıcıların dedikodularına kandın; helalinle yetinmedin, hizmete ve türbeye
tekme atana meylettin; sana doğruları söyleyene ve seni aldatmayana burun
kıvırıp, tatlı ve reklam dolu janjanlı sözlere meyil verdin; kendin ettin,
kendin buldun…
Ah
İstanbul ah! Bir hiç uğruna 25 yıllık yuvanı yıktın, nefsine uydun, sandın ki;
“48 bin liralık balık keyfini İBB’ye fatura eden” senin her türlü faturanı
rahatlatır çünkü reklam spotu: “bedava ekmek, süt, otobüs vs. sözlere kandın...
Yıktın yuvanı İstanbul yıktın!... Her isteğine “Evet!” diyen, seni el üstünde
tutan, tertemiz nazlı nazlı salınman için gecesini gündüzüne feda edenleri,
dedikodu ve yuva yıkıcı sözlere, yalan vaatlere feda ettin… Dört buçuk senede saçın başın dağıldı,
dişlerin döküldü; sanki hiç lif ve sabun görmemiş gibi kir – pas içindesin…
Değer miydi artist ve aldatıcı sözlere kanıp, tertemiz yuvanı yıkmaya? Bak kapındaki minareli amblem gitti, LGBT
dumanı geldi; sis duman içinde kaldın… Zaten senin yuvanı yıkıp, kötü nikâh
kıydıranlar, senin minarelerine, galaksi gibi kubbelerine, tevhidi ilan eden
ezanlarına; 1453’de başlayan zafer ve iman dolu tarihine, en önemlisi de; temiz
aile yapına düşmandırlar… Eee minare ve cami gidince, LGBT dumanı gelir. Hele bir de aklın başına gelmez ise; başına
daha neler gelir neler…
Yuva yıkıcı ve yalan vaatlere kanıp, yuvasını
yıkanlar, uçan kaçan, yanan ve denize dalan otobüslerle ve de dağılan saçına
başına; eski günlerine bakar bakar da ağlarlar… Eeee, yuva yıkanın yuvası olmaz ki!...