İsrail'in krizi
Hamas, yahudilerin önemli bir
bayramının ardından yine önemli bir gün olan Cumartesi İsrail’e karşı atağa
geçti. Bu cesamette ilk defa olan ve planlanmış olduğu anlaşılan Hamas’ın
saldırısının İsrail’de büyük bir şok etkisi yaptığı kesin.
Her halükarda saldırı ve dolayısıyla
kontrol üstünlüğünü elinde bulunduran İsrail için bu saldırı, artık durumların
değişebildiğini gösterdiği gibi İsrail’in var olan imajının da ciddi olarak
yara almasını sonuçlanmıştır. Bundan sonra İsrail saldırılarını ne kadar
artırırsa artırsan, artık kendisine “derinden dokunulmuş”tur.
Bu olayın gerçekleşme biçimi ve
ardından gelen sürece dair yorumlar yapılmaya devam etmektedir. Açıklamalar
birbirini takip ederken, bazı yorumların bu meselenin tarihsel derinliklerden
gelen aslını ve önemini kavrayamadıkları anlaşılmaktadır. Öncelikle Filistin
halkına on yıllardır hayat hakkı tanımaksızın her fırsatta saldıran bir İsrail
dünyanın karşısında durmaktadır. Bu gerçeğin asla unutulmaması gerekir.
Meseleyi daha iyi anlayabilmek ve
Kudüs merkezli toprakların İsrail için niçin vazgeçilmez olduğunu kavrayabilmek
için Yahudi teolojisine yani Tevrat’a ciddi olarak bakmak gerekir. Birinci
olarak, Yahve sadece yahudilerin tanrısıdır. Dolayısıyla gerçekte orijinalinden
bir müddet sonra dönüşerek sadece yahudilerin ulusal tanrısı haline gelmiştir.
İkincisi, Yahudiler kendi
teolojileri açısından seçilmiş millet olup, dünyadaki diğer insanlardan (Yahudi
olmayan goyimlerden) üstün olduklarına inanırlar. Bu seçilmiş millet, Tanrı
Yahve’nin bir şekilde dünyadaki hedeflerini yerine getirecek, diğer milletler
üzerine kesin bir zafer elde edecektir.
Üçüncüsü, yahudiler için Tanrı
“arz-ı mevud” olarak isimlendirilen toprakları vadetmiştir ki, bunlar Nil’den
Fırat’a kadar uzanan coğrafyayı kapsamaktadır. Bu yahudiler için sonuna kadar
uğraştıkları bir hedeftir.
Dördüncüsü, Aslında Kudüs üç büyük
din için tarihsel ve sosyolojik bağlamda önem taşımaktadır. Hz.İsa’nın doğum
yeri ve nihayetinde birçok peygamberin mücadelesinin geçtiği ve Mescid-i
Aksa’ya ev sahipliği yapan Kudüs yahudiler için merkezi önemdedir. Bu sebeple, Kudüs’ü
hedefleyerek Osmanlı’nın zayıflamasından istifade ile hareket geçmişler ve
nihayetinde 1948 yılında İsrail Devleti’ni kurmuşlardır. Fakat bunu bugün bir
işgal ile devam ettirmektedir.
Beşincisi, Yahudi şeriati yahudiler
için sıkı takip edilen dini normlardır. Zaten içine kapalı bir cemaat
hüviyetinde olan yahudiler gündelik hayatlarının tüm alanlarında bu normların
takip edilmesini sağlamaktadırlar.
Tüm bunları bir bütünsellik
içerisinde düşündüğünüzde, yahudiler uzlaşısı olmayan temel hedeflerine
kilitlenmiş, bu konuda siyasi, askeri, sosyal ve kültürel adımlar atan bir
topluluk olarak öncelikle İsrail’de tecessüm etmişlerdir. Nitekim bugüne kadar
dünyanın çok farklı yerlerindeki yahudileri İsrail’e yerleştirmişlerdir. Bir
yandan kendi nüfuslarını artırırken, diğer yandan Filistinlileri azaltmaya
çalışmaktadırlar.
Buradan yola çıkarak İsrail’in barış
içinde “birlikte yaşama” gibi bir uzlaşma noktasına son derece uzak olduğu
pratiklerinden anlaşılmaktadır. 1993 Oslo antlaşması yapılmış olmasına rağmen
(ki bu antlaşma eşit koşullar yaratmıyordu), bu antlaşma da hayat bulmadı. İzak
Rabin antlaşma dönüşünde İsrail’de bir Yahudi tarafından suikast sonucu
öldürülmüştü.
“Nil’den Fırat’a” kadar geniş bir
coğrafyayı Tanrı’nın kendilerine vaadi olarak gören İsrail, acaba bunu nasıl
bir barış içinde gerçekleştirmeyi planlıyor? Bu coğrafyada yer alan ülkeler ve
toplumlar ile onların hinterlandında yer alan ülkeler bir barıştan emin mi
olacaklar? Yoksa kendilerine bir tehdit mi hissedecekler?