İsmi konulurken yanında mıydın?
Belki birçok kere karşınızda muhatap olduğunuz eşyanın ismi üzerine düşünüp, söz gelimi “bunun ismi niçin bardak?” ya da “bunun adı niçin çiçek?” türünden sorular sormuş olabilirsiniz. Aslında felsefi derinliği ve özü olan bu tür sorular, tabii ki felsefeciler tarafından farklı bağlamlarda tartışmanın konusu olmuşlardır.
“Bardak” diye isimlendirdiğimiz eşyanın, “bardak” olmasının doğrusu nedensel bir açıklaması yoktur. Ya da isim ile eşyanın özü hakkında her zaman nedensel ve gerekçeli bağlantılar olmayabilir ya da biz de bilmeyebiliriz. Burada eşyanın isimlerine dair gündelik hayatın devamı daha çok “dilsel uzlaşı” şeklinde gerçekleşmektedir. Fakat insanın varlık dünyasındaki tavrı, bu isimler ile insanların bunlar arasında kurduğu ilişki ile gerçekleşmektedir. Bu tavır toplumsal olduğu kadar ferdi tecrübelerle de beslenmektedir.
Rahmetli dayım felsefi içeriklerine değinmeden, biraz da sohbette komedi olsun diye şu anekdotu anlatmaktaydı. Ev sahibi avladığı rakunun derisini duvara asarken, etini de pişiriyormuş. Bu arada misafir gelmiş. Ev sahibi misafire pişen eti ikram etmiş. Misafir bir yandan eti yerken diğer yandan hayvanın derisine bakmış. Sonunda ev sahibine “yediğim ne eti?” diye sormuş. Devamla derisinden “rakun” olduğunu iddia etmiş. Fakat ev sahibi “tavşan” diye cevap vermiş. Misafir bu tavşan değil diye itiraz etmiş. Karşılıklı iddialar devam etmiş. Sonunda misafir “bu tavşan değil” diye itiraz edince, ev sahibi “ne bildin? İsmi konulurken yanında mıydın?” demiş. Aslında ev sahibi son söylediği ile isimler hakkında insanın zihnine müthiş şüpheler getirmeye başlıyor. Çünkü elimizde “tavşan”ın gerçekten tavşan olduğuna dair tek delil “dilsel uzlaşı”dır.
Geçtiğimiz yüzyılda özellikle felsefenin büyük oranda dil felsefesi haline gelmesi ve bu probleme dönmesi de takip edilmesi gereken bir durumdur. Wittgenstein dil oyunlarından bahsederken, özetle insanların fotoğraf değiş tokuşu yaparak iletişim kurduklarını; fakat son kertede birbirlerini yanlış anlamaya devam ettiklerini belirtmektedir. Bugün postmodernliğin retoriğe dönmesinin, süjenin sınırlarında gerçeklik deneyimlemesine girişmesinin son tahlilde tüm bu süreçlerle ilintisini görebilmekteyiz.
Fakat benim bu anekdot üzerinden bir başka soruna değinmek isterim. Öyle veya böyle bugün içine doğduğumuz hayatta eşyanın isimlerini verili olarak öğrenmekteyiz. Eşyanın isimleri ile bu isimlerle ilintili ya da değil eşya arasındaki ilişkiler insan için bir merak konusu olup neticede eşyanın gerçekliğini öğrenme imkanı yaratmaktadırlar. Bu açıdan vurgulamamız gereken önemli nokta; fenomenal dünyadaki gerçekliklerle sahici bir şekilde temas kurmaktır.
Geçen yazımızda inancın bir noktadan sonra gerçeklikleri bile manipüle edecek derecede insanda baskın hale gelmesinin handikapından bahsetmiştik. İşte bugün müslümanların iki temel sorunundan mustarip olmaya devam ettikleri görülmektedir. Bunlardan ilki, sosyolojiden (bunu gerçeklikten olarak okuyabiliriz) kopuk teolojik argümanları bir retorik olarak tekrar etmesi. İkincisi de, gerçeklikten kopuşun da ardından neredeyse eşyanın isimlerini bile değiştirecek düzeyde bir metaverse yaratmaya doğru gitmeleridir. Sosyolojiden (gerçeklikten) kopuş sonucunda kendi retoriğini dile getirmenin bütün sorunları halledeceğini düşünmektedir. Halbuki müslümanların hayatında en bariz gözlemlenen şey; kendi retoriğini bile yalanlayan hayat pratikleri yaratmış olmalarıdır.
Hasılı müslümanlar yedikleri şeyin “tavşan” olduğunu iddia etmektedirler; ancak duvardaki rakun derisi en temel gerçeklik olarak duruyor. Fakat yaptığı işin Kur’an’ın tabiriyle “kuru bir isimlendirme” olduğunun farkına varamıyor.