İsmail Ankaravi'de marifet kavramı
Halit Yıldırım
En son
okuduğum kitap Şeyh İsmail Ankaravi’nin Nisab-ül Mevlevisi oldu. Bekir Şahin’in
yayına hazırladığı ve Damla Yayınlarından 2007 yılında çıkan kitap 224 sahife. Bu
kitapta Mevlevilik yolunu adapları ve erkânı uzun uzun anlatılmış. Aslında
kitabın her cümlesi farklı bir dünyaya açılan özel bir kapı gibi. Özellikle
marifet ile ilgili yazılan kısımlar hayli ilgimi çekti. Bu arada Ankaravi’nin
Mesnevi Şerhleri ile ilgili olarak Semih Ceyhan ve Mehmet Özdemir tarafından
yapılan doktora tezlerini de incelemek ihtiyacı hissettim. Bu yazımızda Ankaravi’nin marifet
kavramına dair fikirlerini bu üç serden derleyerek siz okurlarımızla paylaşmak
istedim.
Mutasavvıflar
marifeti “bir şeyin izini tefekkür ederek ve derin düşünerek idrak etmek”
olarak tarif etmişler. Marifet ilim anlamında kullanılmışsa da ilimden farklı
olduğunu görüyoruz. Zira ilim daha genel bir anlam içerirken marifet biraz daha
özeldir. Ankaravi’ye göre ilim, eşyanın hakikatinin bütün yönleriyle
bilinmesidir. Marifet ise hakikatlerin olduğu gibi kavranmasıdır. Marifet bir
şeyin aynını ihâta etmektir. Yani bir şeyin zat ve sıfatıyla hakîkatinizâid bir
sûret olmaksızın mahiyeti üzere idrâk etmektir. Ancak hikmet eşyânın hakîkatlerini
mahiyetlerini idrâk edip, her şeyin istidad ve muktezasınca amel kılmaktır.
Buna göre ilim marifetten daha makbuldür. Zira ilim ile eşyânın sadece
hakîkatleri değil, hakîkatlere bitişen şeyler de bilinmiş olur. Marifet ise
levâzımı vermeyip sadece hakîkati tahsîl eder. Hikmet ise bilginin tahsilinde
amelde bulunmayı gerektirdiğinden hem marifet ve hem de ilimden daha
kuşatıcıdır. (Nisab-ül Mevlevi)
“Marifet bir
şeyin zatını ihâta etmek iken, ilim idrâk edilen şeyin zâtında zâid bir sûretle
o şeyi idrâk etmektir. Bir diğer ifâdeyle marifet Allah’ın Zat’ı, ilim ise
sıfatları söz konusu olduğunda kullanılır. Bu açıdan Zat’a yönelik bilgi olan
marifet, zevktir. İlim ise sıfatlara yönelik olduğundan Zat’ın sıfatlarla
perdelenmesi açısından bir perdedir. Bu açıdan perde ancak ortadan kalkıp,
marifet (zevk) ile sonuçlanırsa bir değer ifâde eder. Marifet ise ancak
ârifinma´rûfa yönelik istidâdı ölçüsünde tahakkuk eder. Bir kimsenin ilmi ne
kadar olursa olsun, marifeti yoksa bu konuda istidâdının olmadığı ortaya çıkar.
İstidâdın zuhûr etmesi içinde, arifin zatının Hakk’ın Zat’ında fâni olması
gerekir. Fena hali gerçekleştiğinde arifte tasavvufî bilgi diğer bir ifâdeyle
bâtın bilgisi olan marifet hâsıl olacaktır.”(S. Ceyhan:2005)
Ankaravi’ye
göre marifet, bilinen şeyi icmal tarikiyle bilmektir.İlerleyen satırlarda
marifet bir ruhtur ki insan onun cismidir. Marifetsiz adam şey değil la-şeydir
(bir şey değildir.)Marifetsizlikten beter bir afet yoktur.
Ankaravi de
Nisab-ül Mevlevi’de Marifet’i bir makam olarak sülukun sonundaki derecelerin
ilki olarak zikretmiş. İbnAcîbe’ye göre mârifet makamı, sûfînin Allah’a ulaşmak
için katettiği yoldaki makamlardan biri, hatta en önemlisidir. Onun O’nun
tasavvufî kavramlarını açıkladığı Mi’racü’tTeşevvüf isimli eserinde seyr u
sülûk yolunda aşılması gereken makamlar hiyerarşisinin zirvesinde mârifet
makamı vardır.
Ankaravî’ye
göre ebedî saadete ulaşmanın yolu Allah hakkında marifet sahibi olmaktır ve
bunun da biri nazar ve aklî istidlâl, diğeri riyâzet ve mücâhede olmak üzere
iki yolu vardır.
Kitap ve
Sünnete muvafık olmayan ve ona dayanmayan ilim ve marifet mümkün değildir.
Tasavvuf ilminin gâyesi olan marifet, eşyânın hakîkatlerine vâkıf olmak ise,
marifete sahip olan ârif hakîkatin kitâbî seviyedeki tecellisinden a‘yân
seviyesindeki tecelliye vâkıf olmalıdır.
İlmin zıddı
cehalet iken marifetin zıddı ise inkârdır. İsfahani’ye göre marifet ile aynı
kökten türeyen ve hemen hemen aynı anlamlarda kullanılan “İrfan” kelimesi
“eserleri idrak edilip kendisi idrak olunamayan varlık hakkındaki bilgi”
anlamında kullanılır. Bu nedenlerdir “kim kendini bildi, rabbini bildi”
hadisinde (veya kavl-i meşhurunda) “alime” değil “arefe” fiili kullanılmıştır.
Ankaravi de bu söz ile irtibatlı olarak “marifet-i rububiyet, marifet-i nefse men’ûttur.”
der.
Sözün özü, iş kendini bilmekle başlıyor. Kendini bilmek de
bir bakıma haddini bilmek demek. İnsanoğlu haddini bilmediği zaman dünyanın
kendi etrafında döndüğü zehabına kapılıyor. Sonrasında bir tekebbüre kapılıyor
ki sormayın. Başlıyor ahkâm kesmeye… Diğer insanları küçük görmek, yapılanı beğenmemek, istihza, eleştiri adı
altında hakaret, aşağılama da cabası. Kendi gibi düşünmeyenlere saldırmak,
ötekileştirmek, eline en ufak bir fırsat geçince kelle kesen rollerine soyunmak,
sürekli müdahale hadsizlerden gördüğümüz ve artık sıradanlaşmış şeyler… Kendini
ve haddini bilmeyip kendi cezbesine kapılmış kibir sarhoşlarının hakikat
yolunda yürümeleri elbette imkânsız olacaktır. Hal böyle iken kendini bilmeyen
halkı da hakkı da nereden bilecek. Boşuna dememişler demek ki “Bu bir rıza
lokmasıdır / yiyemezsin demedim mi?” diye…