İslâm'ın kısa bir tarifi- 12
İslâm dininin en
önemli özelliklerinden biri de hiç şüphe yok ki, “adâlet” kavramıdır. Yüce
İslâm dini; hiçbir insana, hiçbir topluma ve hiçbir sosyal gruba üstünlük
tanımayan perensipleriyle bütün beşerî hukuk sistemlerinin gerçekleşmesini
imkânsız gördüğü mutlak “adâlet”i gerçekleştirmeyi tek başına
üstlenmiştir. İslâm; insan olma noktasında bütün insanları eşit sayıp, kimsenin
kimseye üstünlüğünü asla kabul etmez. Âyet-i kerimelerde buyuruldu ki:
“Ey insanlar!
Biz, sizi bir erkekle bir kadından yarattık. Birbirinizi tanıyıp sâhip çıkmanız
için milletlere ve kabilelere ayırdık. Şunu unutmayın ki, Allah’ın indinde en
üstün olanınız, takvada en ileri olanınızdır.” (Hucurat 13)
“O’nun varlığının ve kudretinin delillerinden
biri de; gökleri ve yeri yaratması, dillerinizin ve renklerinizin farklı
olmasıdır. Elbette bunda, bilen ve anlayan kimseler için ibretler vardır.” (Rum
22)
Evet bu âyet-i
kerimelere göre;bütün insanlar aynı asıldan ve aynı kaynaktan
türemiştir. Yine bu âyet-i kerimeler, bütün insanların eşit olduğu hakikatini
ortaya koymakta ve bütün insanlığın tek bir iradenin mahsulü ve tek bir
zincirin halkaları olduklarını haykırmaktadır. Buna göre; kimse ikinci sınıf
insan olmadığı gibi, kimsenin kimseye zulmetme hakkı ve yetkisi yoktur. Adalet
önünde bir tarağın dişleri gibi eşit olan insanlar için tek üstünlük sebebi
vardır ki; o da daima mütevazı ve saygılı olmayı gerektiren takvayani
Allah korkusudur.
Milletler; “adâlet”i
hâkim kılmakla ayakta kalırlar. Bunun için ikinci halife Hazret-i Ömer
radıyallahü anh; “adâlet, mülkün tenelidir,” tarihîtesbitinde
bulunmuştur. Binaenaleyh zulmün, baskının ve insan haklarına tecavüzün olduğu
bir toplumun yıkılması muhakkaktır. Âyet-i kerimelerde buyuruldu ki:
“Gerçek şu ki
Rabbin, halkını uyarmadan memleketleri zulüm ile helak etmez.” (En'am
131)
“Rabbin;
halkı, dürüst hareket eden; hem kendi nefislerini, hem de birbirlerini
düzeltmeye çalışan diyarları haksız yere asla helak etmez.” (Hud 117)
İslâm dini; “adâlet”in
gerçekleşmesi üzerinde ısrarla durmuş; ferdî yaşantımızda, aile hayatımızda,
insanlar arasında hüküm verirken ve şâhitlik yaparken “adâlet”ten
ayrılmamamız gerektiğini kesin ifadelerle vurgulamıştır. Âyet-i kerimede buyuruldu
ki: “Onun için Sen durma hakka davet et ve Sana emredildiği gibi
dosdoğru ol, sakın onların keyiflerine uyma ve şöyle de: Allah, hangi kitabı
indirmişse ben ona inandım. Hem bana; aranızda adâletle hükmetmem emredildi.” (Şura
15)
Toplum, “adâlet”
ile ayakta durur. “Adâlet” kanunlarının öngördüğü müeyyideler olmadan
yeryüzünde ne fenalıkların önü alınabilir ne de emniyet ve âsâyiş sağlanabilir.
Herkesi kucaklayan bir “adâlet” uygulaması, fertlerin birbirleriyle
kaynaşmasına vesile olur. Haksızlık ve adaletsizlik ise, huzursuzluğa sebep
olur. Çünkü hiçbir kimse, hakkının bir başkası tarafından çiğnenmesinden memnun
olmaz. Kuran-ı kerimde, “adâlet”ten yoksun olan kişi ile âdil olan kimse,
bir misalle şöyle mukayese edilmektedir: “Allah bir de şu temsili
getiriyor; iki kişi var. Birisi dilsiz, hiçbir şey becermez, efendisine sadece
bir yüktür. Ne tarafa gönderirse hiçbir işe yaramaz! Şimdi hiç bu zavallı ile,
hakkı hakikati bilen, adâleti dile getirip gerçekleştiren, dosdoğru yol üzere
ilerleyen bir insanla eşit tutulabilir mi?” (Nahl 76)
İslâm’ın
öngördüğü “adâlet”, arzu ve menfaatlere bağlı olmayan bir adalettir.
Öfke, kin ve nefret gibi duyguların burada yeri yoktur. Böyle bir “adâlet”
fikrine inanan müslümanlar; bir fert veya bir topluluğa düşman olsalar, kin ve
nefret duysalar dahi; bu duyguları onları adaletsizliğe sevketmez. Allahü
Teâlâ, bu “adâlet”in uygulanmasını bir sorumluluk olarak müminlere
yüklemiştir. Âyet-i kerimede buyuruldu ki:
“Ey iman
edenler! Haktan yana olup vargücünüzle ve bütün işlerinizde adâleti
gerçekleştirin ve adâlet nümunesi şâhitler olun! Bir topluluğa karşı, içinizde
beslediğiniz kin ve öfke, sizi adâletsizliğe sürüklemesin. Âdil davranın,
takvaya en uygun hareket budur. Allah’a karşı gelmekten sakının! Çünkü Allah,
yaptığınız her şeyden haberdardır.” (Mâide 8)
(Devamı haftaya…)