Dolar (USD)
35.18
Euro (EUR)
36.53
Gram Altın
2966.40
BIST 100
9724.5
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE
20 Haziran 2024

​İslamcılıktan kalan bakiye

Önceki yazımda İslamcılığın kendi ütopyası peşinde koşmak ya da “idea”sını gerçekleştirmek üzere hareket etmek yerine reelpolitiğin pragmatizminde dönüştüğünü; dolayısıyla artık daha iyi bir dünya arama teşebbüsünden vazgeçtiğini belirtmiştim.

İslamcılığa dair daha önce zikrettiğim ikinci handikap ise, Tanrı, insan ve evren ile ahlaki bir temelde ilişki kuramamak. Bu ikinci handikapın ne demeye geldiğini somutlaştırmak üzere bazı örnekler verelim. Meselâ; İslamcıların da şehirleşme sürecinde “betonlaşma”nın dışında bir pratik geliştirememiş olmaları, neticede tabiatla kurduğu ilişkilerin sağlıklı olmadığını bize göstermektedir. Esasen İslamcılar da son derece sıradanlaşarak cari olan kültürel pragmatizmi devam ettirmişlerdir. Bu verdiğim örneği bir kısım arkadaşlar “ne yani bu mu?” diye önemli bile görmeyebilirler. Zaten sorun da tam buradan başlıyor. Tabiatla nasıl ahlaki ilişki geliştirileceğine dair bir zihniyet bile oluşturulamamıştır. (Bu arada Türkiye’de farklı ideolojik angajmanların durumunun da çok farklı olmadığını belirtmeliyim)

Halbuki biz Batı tarihini Francis Bacon’dan itibaren ele alırken, Batı modernitesinin yarattığı düalizmle insanın tabiat ve insan üzerine egemen olması yönüyle eleştirmekte idik. S. Hüseyin Nasr’ın “İnsan ve Tabiat” kitabı Batı ile bizdeki bu zihniyet farkını anlatmaya çalışmaktaydı. Fakat gelinen noktada Batı’nın en azından kendi ülkesinde tabiatla ilişkisinin müslüman toplumlardan daha iyi olduğunu gözlemlemekteyiz.

İslamcıların teori ve pratikte insan ve hakları üzerine inşa edilmiş bir tezini göremiyoruz. İnsanla ilişkinin ahlakiliğini ele veren teori ve pratik eksikliği farklı kavramların bileşeninde görülebilmektedir. Bir kısım islamcılar “insan hakları”nın Batılı bir kavram olmasından yola çıkarak bizi yansıtmadığını düşünüp rezerv koymaktadırlar. Batı’nın İnsan hakları konusunda ikircikli durumları ve krizleri söz konusudur. Ancak Batı’ya rezerv koyduktan sonra müslümanların insan ve haklarına dair nasıl bir yaklaşım inşa ettiklerini bilmiyoruz. Hatta Batılı insan haklarına itiraz, müslüman toplumlarda bir müddet sonra “insan”ı ciddiye almama tavrına kadar ilerlemektedir.

Zaten adalet, adil paylaşım, emek gibi kavramlar etrafında islamcılığın fikirlerine ve müslüman toplumların pratiklerine bakıldığında, elimizde negatif bakıyeler kalmaktadır. Adalet İslamcıların kullanımında sürekli Hz. Ömer’e (RA) referansla kullanılan tarihsel bir söylemdir. Söz gelimi; içinde yaşadığımız dünyada İslamcıların nasıl bir adalet söylemi ve pratiği vardır? Küresel ölçekte kapsayıcı kriz karşısında İslamcılar nerede durmaktadır?

Meselâ; üretim ve emek ilişkisi üzerine islamcılar ne söylemekte nasıl pratik üretmektedirler? İnsan hakları konusundaki zayıflık, insanın en önemli değerlerinden birisi olması gereken “emek” kavramının islamcılarda kayıp olmasından anlaşılabilir. Adeta “sol”un temellüküne terkedilen emek, gündelik hayatta sonuçları itibarıyla analiz edilirse İslamcıların gelecek projeksiyonunda da yer almamaktadır. Diğer yandan islamcıların kapitalizme yönelik entelektüel hiçbir ciddi eleştirileri yoktur. Yine bireyselleşme konusunda nerede durdukları ile ilgili önümüzde bir tezleri bulunmamaktadır.

Bu durum bir yandan entelektüel açıdan islamcılığın zayıflığını diğer yandan aslında daha derine inildiğinde Tanrı ile ilişkideki problemleri göstermektedir. Dualizmin ağında “dini” yoğun söylemlere odaklanan İslamcılık, insanı dünyada yaşatabilecek kapsayıcı bir bakış açısında oldukça zorlanmaktadır.

Bugün insanlık devasa sorunlar karşısında varoluşsal bir kriz yaşamaya devam ederken, İslamcılık burada göstermesi gereken nebevi misyonun farkında değildir. “Şehrin diğer tarafından gelen adam” olarak hakikati beyan etmesi gerekirken, mevcudu veri kabul ederek pragmatizmin içinde boğulmaktadır.