İslam(cılık) üzerine
İslamcılık üzerine bizim gibi arada sırada konuşan olsa da, 1990’lı yıllarda olduğu gibi heyecan yaratan bir tartışma olmadığını söylemek mümkündür. Zira o yıllarda henüz deneyimlenmemiş bir tecrübe olarak İslamcılık en azından geleceğe dair bir ümit vaat etmekteydi. 1990’lı yıllardaki tecrübe ise statüko tarafından engellenmiş olduğundan, buradaki damarın bir gelecek projeksiyonu oluşturabileceği yönünde beklentiler oluşmuştu.
Bugün ara sıra yükselen İslamcılık üzerine konuşmalarda iki net tez var. Birincisi, İslamcılığın öldüğünü belirtirken ikincisi, İslamcılığın ölmediğini ve hatta öl(e)meyeceğini dile getirmektedir. İlk tezi savunanların durumuna bakılırsa, bunlardan bir kısmı dünyaya dair siyasal ve toplumsal yükümlülüklerini de terk etmiş görünmektedirler. Öyle ki, bugün bunlardan bir kısmı daha eyyamcı bir profil çiziyor görüntüsü vermektedirler. Hatta bu manzara artık İslam’ın dünyaya dair iddialarından da geri çekildiği gibi bir imaj vermektedir.
İslamcılığın ölmediğini savunanlar ise İslamcılığa ontolojik ve mutlaklık izafe eden bir anlam yükleyen bağajlarıyla hareket etmektedirler. Dolayısıyla İslam ebed müddet geçerli bir din ise şayet, İslamcılık da ölemez gibi bir yaklaşımın arkasında durmaktadırlar. Bu durum aslında İslamcılığa günümüzde hakkıyla bir eleştiri yapmanın önünde durmaktadır.
Öncelikle İslamcılık bilindiği üzere müslümanların Batı’ya yenilmesi ve sömürülmesi karşısında 19. Yüzyılda farklı müslüman coğrafyalarda ortaya çıkan “tarihsel” bir tecrübenin adıdır. Dolayısıyla “islam” ile “İslamcılık” birbirine eşitlenebilecek bir yaklaşımla ele alınamaz. Elbette İslam’ın dünyaya, insana ve evrene dair kuşatıcı paradigmatik iddiaları vardır ve islam yaşadığı sürece bu iddialar bir şekilde devam edecektir. Fakat tarihsel bir tecrübe olarak İslamcılık, tarihin bir anında ve o günkü konjonktürde islam ile bir irtibat kurma biçimidir.
Elbette bugüne gelinceye kadar farklı tarihsel, siyasal, toplumsal koşullardan geçerek cari formunu kazanmıştır. Fakat belirtmek gerekir ki, gelinen noktada İslamcılık sosyal, ekonomik, kültürel vb. açılardan başarısız bir deneyim üretmiştir. Bir başka deyişle, çok genel anlamda hem kendi içine hem de dünya ölçeğine yönelik paradigmatik bir söylem ve pratik geliştirememiştir. Hatta İslamcılık bugünkü koşullarda dünya insanlarının sorunlarına bir ümit olmaktan uzak gibi durmaktadır.
Bugün tüm dünyada bir yandan insanlık ciddi bir ıstıraplar girdabında iken, diğer yandan kurumsal dine yönelik bilhassa gençlerin ilgisizliği devam etmektedir. İnsanların sosyal, ekonomik, kültürel arayışlarında batılı toplumlar ve onun ürettiği koşullar hala odakta duruyor görünmektedir. Burada temel perspektif; müslümanların geleceklerinde İslam’ı hangi konumda gördükleridir. Bir başka deyişle, yaşayan İslam’da bir gelecek görüp görmedikleri üzerinde durulması gereken bir noktadır.
Bu sebeple İslamcılığın yaşayıp yaşamadığı tartışmasından daha fazla “bugün islam ile nasıl sağlıklı bir irtibat kurabiliriz?” sorusu üzerinde durmalıyız. Zira ilk elden tespitimiz bu zamana kadar toplumsal düzlemde İslam ile sağlıklı bir irtibat kurulamadığı üzerindedir. Elbette hiç olumlu şeyler olmadığını savunuyor değiliz. Fakat hareket noktası burası olunca, bizi bekleyen ikinci adım, özellikle son birkaç yüzyıldır yaşananları ve yapılanları ciddi bir kritikten geçirmektir.
Bugün küresel dünyada sömürü, adaletsizlik, insan onuruna karşı geliştirilen her türlü olumsuzluklar karşısında paradigmanın tarih, kültür ve toplumla nasıl sağlıklı şekilde buluşturulacağı önemli bir soru(n) olarak durmaktadır.