Dolar (USD)
35.22
Euro (EUR)
36.80
Gram Altın
2977.10
BIST 100
9730.7
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE

İslamcılık distopya(sını) mı yazıyor

Dinin en önemli niteliklerinden birisi kültür oluşturması, kültürleşmesi; böylece insan ve toplumların tüm gündelik icraatlarının zihni arkaplanında işlemeye, etkilemeye ve belirlemeye devam etmesidir. Bu açıdan düşünüldüğünde İslam, bu toprakların ve insanların asla paranteze alamayacağı bir derinliği ifade etmektedir.

Dünyanın yakın tarihi gözden geçirildiğinde en belirgin gelişmelerden birisi modernliğin ortaya çıkışıdır. Modernlik temel parametreleri itibarıyla din ile bir gerilim ilişkisi içerisinde kendisini ikame etmiştir. Bu gerilimden modernlik kesin olarak zaferle çıkmış değildir. Ancak bu ilişki biçimine bakarak yanlış bazı sonuçlara ulaşanlar bulunmaktadır. Bu yanlış sonuçlardan birisi de, modernliğin anavatanı olan Avrupa’da Hıristiyanlığın giderek hakimiyetini yitirdiği tezidir. Belki bunun bir uzantısı olarak insanların pursekülerleştiği tezi de buna eklenmektedir.

Bu tezleri oldukça zayıflatan en az iki gelişme yaşanmıştır. Birincisi, yaşanan tarihsel süreç tersine çevrilerek desekülerleşme dediğimiz bir evreye gidilmiştir ki, postmodernlik krizinin hala uzun vadede dine doğru yığınak yaptığı kanaatini taşımaktayım. İkincisi de, Avrupa toplumu ne kadar modernleşirse modernleşsin, neticede yüzyıllardan beri devam eden Hıristiyan kültürü arkaplanda işlemeye devam etmektedir. Bunu Batı toplumlarının gündelik hayatında izleyebiliriz.

Osmanlı’dan bu yana deneyimlediğimiz modernleşme tecrübesi, bariz bir şekilde islam ile batılılaşma arasındaki gerilimi her fırsatta açığa çıkarmıştır. Hatta bu deneyimin biriktirdiği tüm olumsuzlukları “İslam”ın muhasebe hanesine otomatik pozitif olarak kaydetmiştir. Bu durum düşünsel temeline İslam’ı alan İslamcılık düşüncesine süreç içerisinde ürettiklerinden fazla getiri yazılmasını sonuçlamıştır.

Türkiye’nin son elli yıllık tarihi İslamcılığın serencamınıanlatabilmek açısından önümüze ciddi tecrübeleri getirmiştir. 1970’li yıllardan itibaren Türkiye’nin siyasi, kültürel, ekonomik, toplumsal hayatına köklü itirazlar yapan İslamcılık, bir yandan bu dönemdeki politikaları yerli ve milli olmaktan uzaklaşmakla suçlarken, diğer yandan İslam’dan mesafe aldıkça başarısızlığın arttığını vurgulamaktaydı. Açıkçası İslamcılığın kimi zaman paradoksal olarak “melez” politikalar üretmesi sonraki dönemlerde de pragmatist boyutunu daha fazla beslemekteydi.

Her halükarda bu zaman diliminde İslamcılığın bir ütopyası vardı ve doğrusu geleceğe projeksiyonla bu ütopyanın sadece İslamcılarda değil toplumun geniş kesiminde bir umut ürettiğini bilmekteyiz. Bu ütopya mevcut tüm olumsuzlukların İslamcılığın temel dinamikleriyle aşılabileceğine dair kuvvetli vurgular taşımaktaydı. İslam’ın dikkate alınmadığı her bir durumda en azından bir aroma eksikliği hep kendisini belli etmekteydi.

1990’li yıllar İslamcılığın tedricen yükselişine tanıklık etmiştir. Son otuz yıl içerisinde İslamcılık yaşadığı üç dönüşüm haliyle ütopyasını kaybetmiş veya daha iyimser bir ifadeyle ütopyasını zayıflatmıştır. Birincisi, siyaseti, ekonomiyi, toplumsallığı besleyeceği entelektüalitesini kaybetmiştir. Bu durum, giderek yönsemesi ve projeksiyonunu belirleyen teorileri de üretememesi anlamına gelmektedir. İkincisi, siyasal pragmatizmin altında kalmış bir gündelik hayat politikası üretmeye başlamıştır. Böylece sadece biyolojik hayatını devam ettirecek bir bitkisel hayat kendisini göstermektedir. Üçüncüsü, yüksek sesle dillendirdiği temel kavramları Türkiye’deki tüm kesimlerin de ikna olacağı biçimde bir “hayat”iyet kazanamamıştır. Dolayısıyla İslamcılığın icraatı olarak görünen şeylerden elde ideolojik bakiyeler kalmış görünmektedir.

Ütopyayı kaybetmek en azından nötr bir durum olarak algılanabilir. Fakat İslamcılık gerçeklikten koptukça ve kayıpları arttıkça kendi distopyasını da yazmaya başlamış görünmektedir. Dolayısıyla iddialarını da kaybederek krizini derinleştirmektedir.