İslamcılık distopya(sını) mı yazıyor
Dinin
en önemli niteliklerinden birisi kültür oluşturması, kültürleşmesi; böylece
insan ve toplumların tüm gündelik icraatlarının zihni arkaplanında işlemeye,
etkilemeye ve belirlemeye devam etmesidir. Bu açıdan düşünüldüğünde İslam, bu
toprakların ve insanların asla paranteze alamayacağı bir derinliği ifade
etmektedir.
Dünyanın
yakın tarihi gözden geçirildiğinde en belirgin gelişmelerden birisi modernliğin
ortaya çıkışıdır. Modernlik temel parametreleri itibarıyla din ile bir gerilim
ilişkisi içerisinde kendisini ikame etmiştir. Bu gerilimden modernlik kesin
olarak zaferle çıkmış değildir. Ancak bu ilişki biçimine bakarak yanlış bazı
sonuçlara ulaşanlar bulunmaktadır. Bu yanlış sonuçlardan birisi de, modernliğin
anavatanı olan Avrupa’da Hıristiyanlığın giderek hakimiyetini yitirdiği
tezidir. Belki bunun bir uzantısı olarak insanların pursekülerleştiği tezi de
buna eklenmektedir.
Bu
tezleri oldukça zayıflatan en az iki gelişme yaşanmıştır. Birincisi, yaşanan
tarihsel süreç tersine çevrilerek desekülerleşme dediğimiz bir evreye
gidilmiştir ki, postmodernlik krizinin hala uzun vadede dine doğru yığınak
yaptığı kanaatini taşımaktayım. İkincisi de, Avrupa toplumu ne kadar
modernleşirse modernleşsin, neticede yüzyıllardan beri devam eden Hıristiyan
kültürü arkaplanda işlemeye devam etmektedir. Bunu Batı toplumlarının gündelik
hayatında izleyebiliriz.
Osmanlı’dan
bu yana deneyimlediğimiz modernleşme tecrübesi, bariz bir şekilde islam ile
batılılaşma arasındaki gerilimi her fırsatta açığa çıkarmıştır. Hatta bu
deneyimin biriktirdiği tüm olumsuzlukları “İslam”ın muhasebe hanesine otomatik
pozitif olarak kaydetmiştir. Bu durum düşünsel temeline İslam’ı alan İslamcılık
düşüncesine süreç içerisinde ürettiklerinden fazla getiri yazılmasını
sonuçlamıştır.
Türkiye’nin
son elli yıllık tarihi İslamcılığın serencamınıanlatabilmek açısından önümüze
ciddi tecrübeleri getirmiştir. 1970’li yıllardan itibaren Türkiye’nin siyasi,
kültürel, ekonomik, toplumsal hayatına köklü itirazlar yapan İslamcılık, bir
yandan bu dönemdeki politikaları yerli ve milli olmaktan uzaklaşmakla
suçlarken, diğer yandan İslam’dan mesafe aldıkça başarısızlığın arttığını
vurgulamaktaydı. Açıkçası İslamcılığın kimi zaman paradoksal olarak “melez”
politikalar üretmesi sonraki dönemlerde de pragmatist boyutunu daha fazla
beslemekteydi.
Her
halükarda bu zaman diliminde İslamcılığın bir ütopyası vardı ve doğrusu
geleceğe projeksiyonla bu ütopyanın sadece İslamcılarda değil toplumun geniş
kesiminde bir umut ürettiğini bilmekteyiz. Bu ütopya mevcut tüm olumsuzlukların
İslamcılığın temel dinamikleriyle aşılabileceğine dair kuvvetli vurgular
taşımaktaydı. İslam’ın dikkate alınmadığı her bir durumda en azından bir aroma
eksikliği hep kendisini belli etmekteydi.
1990’li
yıllar İslamcılığın tedricen yükselişine tanıklık etmiştir. Son otuz yıl
içerisinde İslamcılık yaşadığı üç dönüşüm haliyle ütopyasını kaybetmiş veya
daha iyimser bir ifadeyle ütopyasını zayıflatmıştır. Birincisi, siyaseti,
ekonomiyi, toplumsallığı besleyeceği entelektüalitesini kaybetmiştir. Bu durum,
giderek yönsemesi ve projeksiyonunu belirleyen teorileri de üretememesi
anlamına gelmektedir. İkincisi, siyasal pragmatizmin altında kalmış bir
gündelik hayat politikası üretmeye başlamıştır. Böylece sadece biyolojik
hayatını devam ettirecek bir bitkisel hayat kendisini göstermektedir. Üçüncüsü,
yüksek sesle dillendirdiği temel kavramları Türkiye’deki tüm kesimlerin de ikna
olacağı biçimde bir “hayat”iyet kazanamamıştır. Dolayısıyla İslamcılığın
icraatı olarak görünen şeylerden elde ideolojik bakiyeler kalmış görünmektedir.
Ütopyayı
kaybetmek en azından nötr bir durum olarak algılanabilir. Fakat İslamcılık
gerçeklikten koptukça ve kayıpları arttıkça kendi distopyasını da yazmaya
başlamış görünmektedir. Dolayısıyla iddialarını da kaybederek krizini
derinleştirmektedir.