İslamcılığın kökleri ve misyonu
Doç. Dr. Mustafa TEKİN
İslamcılık tartışmalarının kendi içerisinde bir çeşitlilik kazansa da, temelde iki soru(n) etrafında odaklandığını söyleyebiliriz. Birincisi; İslamcılık ile müslüman arasındaki fark ve mesafe. İkincisi; İslamcılığın modern zamanlarda İslam'ın siyasallık kazanmış bir formu olup olmadığı ve İslam-siyaset ilişkisi.
Bu soruları cevaplayabilmek için öncelikle İslamcılığın ortaya çıktığı şartlar ve sosyal bağlamı anlayabilmek gerekiyor. Din, Batı'da özelde Aydınlanma Dönemi'ne kadar külli bir referans sistemi ve açıklama biçimiydi. Descartes'la başlayıp devam eden süreçte Tanrı'nın dolayısıyla dinin alanının daralması, onun insan ve toplum hayatında külli referans olma özelliğini kaybettiğini göstermiş; bunun doğal bir sonucu olarak da din özel alanın sınırları içerisine çekilmiştir. Batı'nın yükselişiyle eşzamanlı olarak özelde Osmanlı'nın irtifa kaybetmesi, bu bağlamda İslam'ı da benzer bir tartışmanın ortasına getirmiştir.
Modernleşme hareketlerinin başlamasına kadar İslam, Osmanlı toplumunda külli bir referans sistemi ve açıklama biçimidir. Modernleşmeyle birlikte bu durum ciddi bir tartışma konusu olmuştur. Batılılaşma tezini savunanlar, netice itibarıyla dinin de toplumsal hayatın bir çok alandan el çektirilmesini savunmaktaydılar. İşte İslamcılar ile Batıcılar arasındaki en temel fark buradan doğmaktadır. Aslına bakılırsa bugünkü tartışmalarda da bu belirgin fark devam etmektedir.
İslamcılık, İslam'ın sosyal, kültürel, ekonomik, siyasal vb. tüm boyutlarıyla insan ve toplum hayatını kuşatıcı külli bir din olduğunu savunageldi. Bunu bir proje olarak savunan İslamcılar da öncü kuşak olan zamanın entelektüelleriydi. Dolayısıyla İslamcılık entelektüel bir hareket olarak varlığını devam ettirmiştir. Müslüman ile İslamcı arasında bir umum husus ilişkisi mevcuttur. Her İslamcı aynı zamanda müslümandır ama her müslüman aynı zamanda islamcı değildir. Bu bağlamda müslüman, İslam'ın muhtelif deneyimleme biçimlerinin tüm çeşitliliğini yansıtır ve "müslüman" kavramı İslamcılığın İslam'ı kavrayışındaki içerik, entelektüellik ve bilinçlilik niteliklerini zorunlu olarak ihtiva etmez. Aslına bakılırsa sosyolojik bir realite olarak etmesi de gerekmez. Özellikle son iki yüzyıldır yaşanan modernleşme serencamında, İslam üzerindeki genetik değişiklik taleplerinin karşısında İslamcılık durmuştur. Dolayısıyla İslamcılık, İslam'ın talep ve iddialarının dillendirilmesinde bir entelektüel çaba olarak "müslüman" deneyimlerinin sahih yolda ilerlemesinin önünü açmaktadır; bütün yanlış ve hatalarına rağmen. Bugün de İslamcılıktan beklenen bu misyon budur.
İslamcılığın İslam ile olan sahih, kopmaz ve zorunlu irtibatını dışarıdan bir gözle anlamak doğrusu zordur. Batıcı çevreler, hala Tanrı'yı Batı'da sınırları belirlenen kendi alanı içinde tutmak isterlerken, muhafazakar çevreler İslam'a tamamen işlevsel yaklaşmaktadırlar. Halbuki insan ve toplum hayatında varoluşsal bir anlam taşıyan İslam, bu tür tüm mülahazaların dışında olduğunu sürekli göstermektedir. Bu çevreler, aslında modern dünya tarafından çizilmiş olan sınırların dışına taşan her türlü söylem ve taleplerini siyasallık ve ideolojik bir yaklaşım olarak değerlendirmektedirler. Bu sebeple insan ve toplum hayatına dair İslamcılığın külli ve kuşatıcı söylemleri, batıcı ve muhafazakarlar tarafından anormallik tınısıyla "siyasal" olarak vasıflandırılmaktadır. Bu vasıflamadaki olumsuz çağrışımlar da, daha önceden sosyal belleğe yığınak yapılan siyasallık tanımlarıyla kuvvetlendirilmektedir.
Geçmişte Ulema, ilim ve İslam ile bağlantısı içinde zamanın öncü kişileriydi. Bu ilim ise, sadece bugün yapılan (ama yanlış yapılan) "dini ilimler"i kapsamıyordu. Dünya ve Ahiretin kopmaz ve sıkı bağlantısı içinde hayata ve topluma dair külli bir bakış açısını da içeriyordu. Dolayısıyla Ulema, bugün anlaşıldığı biçimiyle "dini alan" denilen sınırlar içinde konuşan bir "dini uzman" değildi. Ulema, bugünün entelektüel rollerini de içine almaktaydı. (Entelektüel kavramının batılı içeriğine rezervler koyarak kullanıyoruz) Söz gelimi; bir ulema olarak İmam-ı Azam toplumun öncüsü ve yol göstericisi idi. Nitekim, iktidarın baskılarına karşı boyun eğmemiş, resmi söylemin nasıl bir dünya ve hayat inşa edeceğini çok yakından görerek, buna ceza alma pahasına karşı çıkmıştır.
Modern zamanlarda ulemanın zaten içerdiği bu entelektüellik rolü, şu iki noktada ondan ayrılmıştır. Birincisi, ulemanın modern zamanlarda dünyayı algılamadaki yetersizliği. İkincisi de, dinin Batı'daki ayrımıyla kutsalın sınırları içine çekilmesi. Böylece Ulema, sadece dini ilimleri rivayet eden teknik anlamda bir "dini uzman" haline gelivermiştir. Bugün entelektüeller, çoğunlukla dinden habersiz dünyayı tartışırlarken, ulema da dünyadan habersiz dini tartışmaktadır. Bu durum, modern zamanların din ve dünya arasındaki keskin ayrımlaşmasıyla örtüşmektedir. Halbuki bunların birbirinden beslenme ihtiyacı vardır.
Osmanlı'da çok keskin ve hızlı değişim talepleriyle kendisini gösteren modernleşme karşısında İslamcılık, aslında bu süreci okumaya ve düşünce üretmeye çalışan entelektüel bir çabadır. Said Halim Paşa'dan Mehmet Akif'e kadar birçok İslamcı portreler ve onların eserlerinde sorun yaptıkları konular bunu bize net bir şekilde anlatır. Bugün devasa olarak büyüyen küresel ölçekteki sorunlar karşısında dünyayı doğru okuma, İslam ile toplumun bağlantılarını sahih olarak kurma, dünyaya yeni öneriler sunma şans ve imkanının tüm yanlışlarıyla birlikte İslamcılık üzerinden olacağını iddia etmek yanlış olmayacaktır. En azından bu topraklara gittikçe fransızlaşan mütercim entelektüellerle bunun olmayacağını biliyoruz.