İslamcılığa sallanan postmodern parmak
Son günlerde ciddi anlamda bir "tiyatro oynanma"ya çalışılıyor. Hilmi Yavuz'un Gardrop Müslümanlığı'ndan, Ahmet Altan'ın karşı parmak sallamalarından, Birikim dergisinin İslamcılara "vesayet" üzerinden diyet ödetmeye çalışmasına kadar bir dizi tartışma yapılmaya devam ediliyor. "Biz iktidarı vesayete karşı koyuşu sürecinde destekledik, ama" tavrını bir hasılaya dönüştürme gayretleri sezinleniyor. Burada AK Parti'ye karşı geliştirilen eleştiriler üzerinde durmayacağım. Fakat geçmişten bu yana bu memleketin efendisi oldukları düşünsel arkaplanıyla, sürekli İslamcılara yol gösterme ve parmak sallama tavrıyla onlara eğitmenliği meslek haline getirmiş kişilere de tabii ki edecek lafımız var.
Şuradan başlayalım; bir kere Hilmi Yavuz, Neşe Düzel'e verdiği röportajda sapla samanı birbirine karıştırmış. Bilmem ki neresini düzelteyim? Sanatla ahlakın arasını ayırırken, hangi felsefi ve tarihi arkaplana bakarak bu görüşünü doğruluyor çok merak ediyorum? Bir medeniyeti, değerler düzleminden nasıl ayırıyor? Muhafazakarlığı tanımlaması ise ayrı bir fiyasko. Hala kafasında dinle muhafazakarlığı eşitleyen bir arkaplan var. Bu da içinde bulunulan kültür ortamının ortaya çıkardığı bir zihin kirliliği olsa gerek. Hilmi Yavuz'un "Batılılaşmadık, oryantalistleştik" sözü, herhalde en fazla kendisini tanımlıyor.
İslamcılık, İslam ve batı dünyasının karşılaşmasından itibaren, batıcıların "İslam ile artık olmaz" tezine karşı "islamsız olmaz" tezinden beslenen ve süreç içerisinde bunu savunan bir hareket. Özelde Türkiye'nin İslami iddialarından geri çektirilmesinin intihar ile eşdeğer olduğunu; bu durumda Türkiye'den geriye hiçbir şey kalamayacağını söyleyen bir düşünce. Tabi ki bir çok boyutlarıyla eleştirilebilir. Çünkü netice itibarıyla insani bir çabayı işaretliyor. Bu zamana kadar da ortaya çıktığı konjonktür itibarıyla bir muhalefet dilini içselleştirmiş.
Türkiye'de son dönemlerdeki tartışmalar, İslamcıların birkaç noktaya takılıp kaldıklarını; söz gelimi başörtüsünden öteye gidemediklerini, vesayetçi anlayışlara karşı mücadele verirken başka bir vesayetçilik ürettiklerini vb. ifade etmektedirler. Aslında beklenen şey; postmodern bir dil ve mantıkla Türkiye'nin inşa edilmesi. Bu durum İslamcıların postmodern uzlaşmacılıktan vazgeçtikleri iddialarıyla da somutlaştırılıyor. Bu bağlamda her hangi bir değerler ekseni üzerinde hareket etmeyen, değerler skalasını arkada bırakan bir dilin inşa edilmeye çalışıldığını görüyoruz.
Bu dil, bu toprakları genetiğinden koparmaya çalışan, kendisi olmaktan çıkaran ve her türlü düşünsel istilaya kendisini açan niteliğe sahip. "Anything goes" mantığından beslenerek hiçbir değere yaslanmayan ve böylece özgürlükçü olacağı yanılsaması içinde. "Sabah ezanını dinlemek zorunda mıyım?" şeklinde kışkırtılmış öznelliklerden beslenen, insanlığın kadim tarih ve sosyolojisine teğet geçmiş, insan egosonu tanrılaştırmış yeni bir özgürlük algılayışı. Türkiye entelijansiyasının temel problemi, sürekli dışarıdan ithal ettiği düşüncelerle ülkeye bir gömlek biçme ve Türkiye'yi bu şekilde dizayn etme şeklinde ortaya çıktı hep. Türkiye için entelijansiyanın önerdiği u kimliğin, bu memleketi nereye götüreceği ile ilgili bir fikri var mı acaba entelijansiyanın? Kendisine yabancılaşarak, kim nereye gitmiş?
Türkiye'de maalesef kültür alanını resmi olarak temellük etmiş entelijansiyanın İslam algısının yegane sınırlarını "Ramazan davulu" imgesi oluşturuyor. Hüseyin Hatemi birara Türkiye aydınına ilköğretim düzeyinde din kültürü ve Ahlak bilgisi dersi vermekten bahsetmişti. Bu konjonktürel şartlar maalesef hala geçerli. İslam ve onun değerleriyle ilgili "fransızlık" devam ediyor.