İslamcı Âkif İslamcı Abdülhamid'e karşı
Osmanlı
İmparatorluğu’nun duraklama ve gerileme süreci, bu uzun ömürlü devletin
yıkılması ve onun yerine Cumhuriyet’in kurulmasıyla tamamlanmıştır. Ülkemizin
ve devletimizin son iki asırlık yönetim sorunu ve buna bağlı olarak ortaya
çıkan problemler, münevver, mütefekkir, âlim, âkil ve âriflerimizi
düşündürmüştür.
Devletin içine düştüğü
yönetim boşluğunu gidermek, kurumsal kriz ve sorunları aşmak için çözüm yolları
ve çareler aranmaya başlanmıştır. Hakikatte bu çözüm önerileri, 1631 yılında,
4. Murat’ın, donanımlı ve nitelikli Osmanlı bürokrat ve devlet adamı Koçi Bey’den
hazırlamasını talep ettiği Risale’yle başlar. Dolayısıyla, sorunların başlangıç
tarihi son iki yüzyılla sınırlandırmak yeterli değildir. Hazırlanan rapor,
aslında yanlış giden hususları ele alıp çözüm getirmesi açısından, bugün bile
yararlanılabilecek kayda değer bir vesika hükmündedir.
Son iki asır ise,
Tanzimat, Islahat ve Meşrutiyet tartışmaları içerisinde geçen bir dönemi bize
göstermektedir. Bu çalkantılı kriz dönemleri, kendi çözüm önerilerimiz olmaktan
ziyade, maalesef Batı’nın/Avrupa’nın bize sunduğu/zorladığı/baskıladığı
reçeteler olarak kalmıştır. Cemil Meriç’in “efendisinin ilaçlarını ondan
habersiz alıp da şifa bulacağını zanneden şaşkın ahmak uşak” diye ifade ettiği
yerli ve millî olmayan çözüm önerileri, maalesef gerek duyulan müspet sonuçları
vermemiştir.
Meşrutiyet’in Birinci
(1908) ve İkinci (1908) dönemi, devlet için ‘uzun bir yüzyılın’ içerisinde
gerçekleşen önemli iki hadisedir. Otuz üç yıllık Abdülhamid’in iktidarı,
İslâmcı bir karakter üzerinden tüm dünya Müslümanlarının birliğini
(Panislamizm) sağlamayı amaçlamaktaydı. Dönemin İslamcılarının yayın organı
olarak bilinen Sırat-ı Mustakim (sonraları Sebilürreşad) dergisi ve onun
yazarları da İslâm birliğini savunmaktaydı. Her iki tarafta, hakikatte, çözüm
yolları olarak İslâmî bir bakış açısı ve kaygısıyla hareket etmekteydiler.
Sırat-ı Mustakim
dergisinin çıkaranları içinde Mehmet Âkif’in Abdülhamid iktidarına olan
muhalefeti, daha ilerisi, nefret ve kini olayları izah etmekte zorlanılan husus
olarak bugün bile makul cevapları bulunmayan bir soru işareti olarak
durmaktadır. İslâmcı Mehmet Âkif, İslâmcı bir hükümdar olan II. Abdülhamid’e
neden karşıdır? ve ondan niçin nefret etmektedir? Akif’in, yakın arkadaşı
Mithat Cemal Kuntay’a ithaf ettiği ‘İstibdâd’ ve onunla birlikte yazdığı ‘Acem
Şahı’ şiirleri, bu nefretin ölçüsü(zlüğü)nü ortaya koymaktadır.
Âkif ile ilgili
monografik bir eser yazan Mithat Cemal (Mehmet Akif, Alfa yay., İstanbul 2018),
bu kitabında millî şâirin kıymetli eseri Safahat’ın eşliğinde, âdeta hatıratını
kaleme almıştır. Bu eser, Âkif’in kimliği ve karakteri hakkında önem bilgileri
sunmaktadır. Kitaptaki bir anekdotta, Âkif’in, Abdülhamid karşıtlığında ne
kadar ileri gittiğini göstermesi açısından dikkat çekicidir. Bunun üzerinde
durmamızın sebebi, geçmişin, yaşanmışların, bugünü ve yarını
değerlendirmelerimizde bize müspet katkı sunması içindir.
Milli şâirimiz Âkif,
‘Reşad’a kızıyor, Abdülhamid’den iğreniyor ve Vahdettin’e ise hem kızıyor hem
de iğreniyor’. Yani Âkif, üç hükümdarı da başarısız buluyor. Vahdettin’i acemi;
Abdülhamid’i, Reşad’ı otuz üçe hapsettiği için müstebid buluyor. Daha da ileri
giderek ‘Sultan Hamid’in yerinde ben
olsaydım boynuna ip takar, sokak sokak gezdirir, benden sonra bu adam padişah
olacak, görün! derdim.’ diyerek Reşad’ı aşağılıyor. (Kuntay, Mehmet Âkif,
250-51)
Büyük bir muhalefet içinde olan İslâmcıların önde geleni olarak Mehmet
Âkif’in, bir keresinde Abdülhamid’in yüzünü gördüğünde midesinin bulandığını ve
sarardığını, yakın dostu Mithat Cemal anlatmaktadır. Nitekim İkinci
Meşrutiyet’in ilanından sonra ‘İstibdâd’ isimli şiiriyle padişaha karşı
muhalefetini son sınırlarına kadar ulaştırmaktadır.
Acaba Âkif, bir süre, içinde bulunduğu İttihat ve Terakki’nin iktidarından (1908-1918) ne ölçüde memnun kalmıştır? İslâm Şairi, cemiyetin, yıllar içerisindeki faaliyet ve icraatlarıyla gerçek özgürlüğü mü yakaladı?, yoksa daha büyük bir istibdâdın içine mi düştü? Bu on yıl içerisinde, Osmanlı’nın hızlı bir şekilde toprak kaybederek küçüldüğünü ve yıkıma gittiğini yaşadığında neler hissetti? İmparatorluğun yıkılışıyla birlikte tek parti döneminin icraatlarına dayanamayıp Mısır’a iradî/zorunlu bir ‘sürgün’ gittiğinde acaba neler düşündü?...