Dolar (USD)
34.76
Euro (EUR)
36.55
Gram Altın
2948.80
BIST 100
9879.41
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE

İslamcı Âkif İslamcı Abdülhamid'e karşı

Osmanlı İmparatorluğu’nun duraklama ve gerileme süreci, bu uzun ömürlü devletin yıkılması ve onun yerine Cumhuriyet’in kurulmasıyla tamamlanmıştır. Ülkemizin ve devletimizin son iki asırlık yönetim sorunu ve buna bağlı olarak ortaya çıkan problemler, münevver, mütefekkir, âlim, âkil ve âriflerimizi düşündürmüştür.

Devletin içine düştüğü yönetim boşluğunu gidermek, kurumsal kriz ve sorunları aşmak için çözüm yolları ve çareler aranmaya başlanmıştır. Hakikatte bu çözüm önerileri, 1631 yılında, 4. Murat’ın, donanımlı ve nitelikli Osmanlı bürokrat ve devlet adamı Koçi Bey’den hazırlamasını talep ettiği Risale’yle başlar. Dolayısıyla, sorunların başlangıç tarihi son iki yüzyılla sınırlandırmak yeterli değildir. Hazırlanan rapor, aslında yanlış giden hususları ele alıp çözüm getirmesi açısından, bugün bile yararlanılabilecek kayda değer bir vesika hükmündedir.

Son iki asır ise, Tanzimat, Islahat ve Meşrutiyet tartışmaları içerisinde geçen bir dönemi bize göstermektedir. Bu çalkantılı kriz dönemleri, kendi çözüm önerilerimiz olmaktan ziyade, maalesef Batı’nın/Avrupa’nın bize sunduğu/zorladığı/baskıladığı reçeteler olarak kalmıştır. Cemil Meriç’in “efendisinin ilaçlarını ondan habersiz alıp da şifa bulacağını zanneden şaşkın ahmak uşak” diye ifade ettiği yerli ve millî olmayan çözüm önerileri, maalesef gerek duyulan müspet sonuçları vermemiştir.

Meşrutiyet’in Birinci (1908) ve İkinci (1908) dönemi, devlet için ‘uzun bir yüzyılın’ içerisinde gerçekleşen önemli iki hadisedir. Otuz üç yıllık Abdülhamid’in iktidarı, İslâmcı bir karakter üzerinden tüm dünya Müslümanlarının birliğini (Panislamizm) sağlamayı amaçlamaktaydı. Dönemin İslamcılarının yayın organı olarak bilinen Sırat-ı Mustakim (sonraları Sebilürreşad) dergisi ve onun yazarları da İslâm birliğini savunmaktaydı. Her iki tarafta, hakikatte, çözüm yolları olarak İslâmî bir bakış açısı ve kaygısıyla hareket etmekteydiler.

Sırat-ı Mustakim dergisinin çıkaranları içinde Mehmet Âkif’in Abdülhamid iktidarına olan muhalefeti, daha ilerisi, nefret ve kini olayları izah etmekte zorlanılan husus olarak bugün bile makul cevapları bulunmayan bir soru işareti olarak durmaktadır. İslâmcı Mehmet Âkif, İslâmcı bir hükümdar olan II. Abdülhamid’e neden karşıdır? ve ondan niçin nefret etmektedir? Akif’in, yakın arkadaşı Mithat Cemal Kuntay’a ithaf ettiği ‘İstibdâd’ ve onunla birlikte yazdığı ‘Acem Şahı’ şiirleri, bu nefretin ölçüsü(zlüğü)nü ortaya koymaktadır.

Âkif ile ilgili monografik bir eser yazan Mithat Cemal (Mehmet Akif, Alfa yay., İstanbul 2018), bu kitabında millî şâirin kıymetli eseri Safahat’ın eşliğinde, âdeta hatıratını kaleme almıştır. Bu eser, Âkif’in kimliği ve karakteri hakkında önem bilgileri sunmaktadır. Kitaptaki bir anekdotta, Âkif’in, Abdülhamid karşıtlığında ne kadar ileri gittiğini göstermesi açısından dikkat çekicidir. Bunun üzerinde durmamızın sebebi, geçmişin, yaşanmışların, bugünü ve yarını değerlendirmelerimizde bize müspet katkı sunması içindir.

Milli şâirimiz Âkif, ‘Reşad’a kızıyor, Abdülhamid’den iğreniyor ve Vahdettin’e ise hem kızıyor hem de iğreniyor’. Yani Âkif, üç hükümdarı da başarısız buluyor. Vahdettin’i acemi; Abdülhamid’i, Reşad’ı otuz üçe hapsettiği için müstebid buluyor. Daha da ileri giderek ‘Sultan Hamid’in yerinde ben olsaydım boynuna ip takar, sokak sokak gezdirir, benden sonra bu adam padişah olacak, görün! derdim.’ diyerek Reşad’ı aşağılıyor. (Kuntay, Mehmet Âkif, 250-51)

Büyük bir muhalefet içinde olan İslâmcıların önde geleni olarak Mehmet Âkif’in, bir keresinde Abdülhamid’in yüzünü gördüğünde midesinin bulandığını ve sarardığını, yakın dostu Mithat Cemal anlatmaktadır. Nitekim İkinci Meşrutiyet’in ilanından sonra ‘İstibdâd’ isimli şiiriyle padişaha karşı muhalefetini son sınırlarına kadar ulaştırmaktadır.

Acaba Âkif, bir süre, içinde bulunduğu İttihat ve Terakki’nin iktidarından (1908-1918) ne ölçüde memnun kalmıştır? İslâm Şairi, cemiyetin, yıllar içerisindeki faaliyet ve icraatlarıyla gerçek özgürlüğü mü yakaladı?, yoksa daha büyük bir istibdâdın içine mi düştü? Bu on yıl içerisinde, Osmanlı’nın hızlı bir şekilde toprak kaybederek küçüldüğünü ve yıkıma gittiğini yaşadığında neler hissetti? İmparatorluğun yıkılışıyla birlikte tek parti döneminin icraatlarına dayanamayıp Mısır’a iradî/zorunlu bir ‘sürgün’ gittiğinde acaba neler düşündü?...