İslam ve 'Kendi'lik dualizmi
İslamcıların geride kalan elli yılları ile bugün arasında yaptığı karşılaştırmalar sonucu, ortaya çıkan pişmanlıklar, geçmişe yönelik eleştiriler, nostaljiler sıklıkla zikredilir oldu. Bu anlatılara dikkat kesildiğimde, aslında birçok hayatın “kendi” olmayı atlayarak geçmişte bir ideolojiyi yaşadığını farketmek zor olmuyor.
Modern zamanlar
meta anlatıları başat bir konuma geçirmişti. Meta anlatılar külli açıklama
modelleri olarak hem bir din ya da ideolojinin dünyayı zaman ve mekan anlamında
kuşatabileceğini öneriyor hem de insanların kitleselleşerek bir cennet
ütopyasına kilitlenmesini sonuçluyordu. Neticede insanı da ideolojiler
içerisinde bir “kendi”lik olarak kaybediyordu. Böylece insanlar “hayat”ları
öteliyordu.
Burada
öncelikle paradoksal görünen bir duruma değinmeliyiz. İnsanların kabul
ettikleri ideoloji, din, felsefi düşünce için çaba göstermeleri, onların temel
hedefleri doğrultusunda adanmışlık en azından benim için problem olmadığı gibi
takdir edilecek bir tavırdır. Bu “dava”ların bir meta anlatıya dönüşmesi de
mümkündür ki, geçen yüzyılda dünya tecrübesi bunun büyük oranda böyle olduğunu
göstermektedir. Fakat temel sorun; bu ideolojiler ve onun meta anlatıya
dönüşmüş söylemleri içerisinde insanın kendiliğinin bir hayat olarak atlanmasıdır.
Bunun doğal bir sonucu olarak insan kendi ideolojisini doğrulamak üzere
tecrübesini dikkate almamakta, hayatı atlamakta ve gerçeklikten
kopabilmektedir.
İslamcılığın
Türkiye serüveni göz önüne alındığında bu bakışı belirgin kılan tecrübelerden mebzul
miktarda görmek zor olmayacaktır. Gelinlik giymek islami değildi meselâ. Daha
islami bir yaşam tarzı için evde minderde oturmaktan bahsediliyordu. Kılık
kıyafet, düğün ve eğlence anlayışları da buna göre şekillenmekteydi. O günlerde bir gencin kıza aşık olması
illegal ve dava açısından gereksiz bir hareketti. Birçok erkekler kızlarla
ilgilenmiyormuş, onlardan birisine aşık değilmiş gibi yapıyordu.
Elbette bir
Müslümanın gündelik hayatında islamiliği gözetiyor olması bir problem teşkil
etmez. Ancak burada bariz şekilde dört sorun tebellür etmekteydi. Birincisi, insan
doğası ve tabiliğini ıskalamaktaydı. İkincisi, meta anlatının sınırları
içerisine kendisini sıkıştırmaktaydı. Üçüncüsü, ideolojileştirilmiş bir islam
anlayışı çerçevesinde insaniliği atlamakta; hatta insanı meta anlatı
çerçevesinde eritmekteydi. Dördüncüsü, öznelliklerin gelişmesine izin vermemiş;
bunun yerine “ideolojik bir varoluş” üretmişti. (bu arada belirtilen
niteliklerin sol da dahil olmak üzere o dönemde birçok ideoloji için de
geçerlidir)
Bilhassa
1970’li ve 80’li yıllarda İslam savunusu o günlerde şu iki nitelikli
konjonktürde cereyan etmekteydi. Birincisi, İslamcılar başta olmak üzere islami
söylemin özneleri periferide yer almaktaydı. Periferik konum hem bürokratik hem
de ekonomik bir çerçeveyi tanımlamaktadır. İkincisi, 1970’li yıllarda yeni
tebellür eden İslamcılık periferik konumu ile birleşince retoriği güçlü ancak
gerçekliği dolayımlamamış söylemiyle gelişme göstermekteydi.
İslami söylemin
bugün krizini daha sonraki süreçte iki gelişme açığa çıkarmış görünmektedir. İlki,
1980’li yıllardan itibaren İslami söylemin periferiden merkeze doğru yaklaşımı
ve İslamcı öznelerin bürokratik mekanizmalara girişi. İkincisi ise, bilhassa
küresel postmodern düşünceye bağlı olarak öznelliklerin yükselmesi. Tüm
bunların sonucu olarak İslami söylemin özneleri dünyayı farklı şekillerde
deneyimlemeye başladılar.
Geçmişte
“islamilik” kendiliği bastırarak bir görüntü vermekteydi; şimdi ise öznellikler
geçmişin yoğun eleştirisini ortaya çıkardı. Fakat bunların ortasında hala
islami öznenin “islamilik” ve “kendi”lik düalizmini aşabildiğini düşünmüyorum.